BÖLÜM VIII

Yeni Dünya Düzeni ve Kürtler



Barışsever, demokratik ve hümanist kesimlerin büyük bir tepkileri altında Irak'a yapılan saldırı, belli ki saldırganlar yanı sıra, Iraklı Kürtler için de bir süredir özlemle beklenen bir gelişmeydi. Irak Kürtleri, uzunca bir süreden beri bölge üzerinde esas olarak zengin petrol kaynakları yanı sıra, uluslararası ilişkiler açısından sistematik ve uzun vadeli planlar yapan emperyalist güçlerin ilgi odağını oluşturan kesimlerden biri olmuştu. Bu şimdi daha da açıklıkla ortaya çıkıyor. Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt gruplar, zengin petrol kaynaklarına sahip Irak üzerinde fiili emperyalist egemenliklerini sağlamak amacıyla geliştirilen bu uzun vadeli plan çerçevesinde değerlendirildiler; bu ülkenin bütünlüğüne yönelik silahlandırılmış, eğitilmiş güç olarak bu güne getirildiler.



Peşmerge olarak tanımlanan Kürt milis kuvveleri, Erbil'e 30 km mesafede yer alan ve Kürtler tarafından denetlenen son kontrol noktasında nöbette. Irak Kürt Bölgesi içinde hiç bir zaman tam bir merkezi yönetim oluşturamadı. Ama, özellikle İran ile yapılan son anlaşma sonrasında Kürtlere karşı asimilasyon politikasını yoğunlaştırıldı. Halepçe'de giriştiği kitlesel katliamda binlerce Iraklı Kürt kimyasal silahlarla yok edildi. Ama, körfez savaşı sonrasında bölgede fiili Kürt özerkliği oluşturuldu.



Bugün Irak Kürtlerinin düzenli ordu niteliğinde silahlandırılmış ve eğitilmiş ve kuzey komşusu Türkiye'nin olan ve güçlü ve bölgede yürüttüğü gerilla savaşları ile eğitilmiş ordusuna kafa tutacak düzeye gelmiş Kürt Peşmergeler, şimdi ABD ve İngiliz orduları ile ittifak içinde Irak güçlerine kuzeyden saldırıya geçmiş bulunuyor. Böylelikle, yaklaşık dört yüz yıl süren Osmanlı yönetimi sırasındaki istikrar sonrasında 1. dünya savaşı ve sonrasındaki emperyalist kuşatmanın kırıldığı 1932 yılından sonra bölgede az çok sağlanmış olan istikrar, Irak'ın bölünmüşlüğünün bu şekilde fiiliyata geçirilmesi ile, bir daha geri dönülemeyecek şekilde bozulmuş oluyor.



Kürtlerin kontrolü altında bulunan Dohuk'a 10 km mesafede mağaraya sığınmış Kürt aile. Koalisyon birliklerinin bölgeye hava saldırıları düzenlemesi ve asker indirmesi bu bölgede yaşayan Kürtler arasında paniğe yol açıyor. Ama bu bombardımanlar bu sefer Kürtlere yönelmediği için burada yaşayanlar bu korunaklı mağaralara sığınmışlar ve şimdi kendilerine dost koalisyon kuvvetlerinin başarısı için dua ediyorlar.




Yeni Nevruz, Yeni Umutlar

Iraklı Kürt grupları, her yıl 21 Mart günü kutlanan Nevruz Bayramı'nı bu yıl bir başka heyecan ile kutluyorlar. Ne de olsa, emperyalistlerin üst üste kendilerine verdiği sözlere karşın, bir türlü gerçekleşmeyen bağımsızlıkları, bu sefer gerçekleşeceğe benziyor. ABD, Türkiye ile yürüttüğü görüşmeler sırasında, bu konudaki tavrını kesin bir dille almış görünüyor. Bundan cesaret alan bütün Batılı ülkeler de, Türkiye'nin artık Kuzey Irak'ta Kürt gruplara en azından özerklik tanınarak federatif bir yapı oluşturma konusunda müdahil olmamasına çalışıyor.



Türkiye'de Mart Nevruz Bayramı Kutlamaları. Orta Asya, Anadolu ve İran içinde kutlanan Nevruz, Yeni Yılın İlk Günü anlamını taşıyor. Türkiye'de uzun dönem engellenmekte olan Nevruz, artık yasal nitelik kazandı ve geniş katılım ile kutlanıyor.



Öyle anlaşılıyor ki, Iraklı Kürtler, bu sefer Irak'ta bir zamanlar aynı bayrak altında bir arada oldukları Arap kökenli komşularının dökülen kanları pahasına ulus olarak özgürlüklerine kavuşacaklar. Ama işte tam da bu noktada, bir ulusun geleceğinde böylesine talihsiz bir olgunun yatıyor olması her zaman için düşündürücü, ama bir o kadar da yeni gelişmelere gebe bir duruma yol açacak. Aralarında hiç bir doğal, coğrafi veya stratejik ayrım olmaksızın, yapılan bir dış müdahale ile sağlanan bölünme ve oluşturulacak yeni ulusal birlik, ne ölçüde uzun vadeli olabilir?


Irak'a ABD ve İngiltere'nin yaptığı saldırı sonrasında ortaya çıkacak bu bölünme veya federatif devlet, bir taraftan kendisini bir anlamda arkadan vurmuş güney komşusu, yine doğu ve kuzey komşularını bölgede yarattığı istikrarsızlık ve bu ülkelerdeki etnik sorunlarla bağlantılı olarak yol açacağı derin çalkantılar nedeniyle, ne ölçüde bir arada var olmayı sürdürebilir ve ulus olarak gelişmesini sağlayabilir?


Emperyalist ülkeler, kendi çıkarları uğruna etnik ayrılıkları körükleme ve bu şekilde ülke içinde karışıklık yaratma siyasetini her zaman kullandılar. Yakın tarih sayısız örnekle dolu. Ama bunun bir kez daha çarpıcı biçimde Iraklı Kürtler üzerine oynanması gerçekten düşündürücü.

20 Mart günü savaşın başlamasını Kürtler coşku ile karşılıyor. Irak'ta yapılacak katliamın başarısı, onların ulusal özgürlükleri anlamını taşıyacak. Bu çok çarpıcı durum. Acaba elde edilecek ulusal özgürlük, bu katliamdan sonra binlerce masum Iraklının hayatına değecek mi? Yoksa bu özgürlüğün daha onurlu bir yolla elde edilmesi mümkün olmaz mıydı?


Halen 1000'in üzerinde koalisyon askeri Kuzey Irak'a havadan indirilmiş ve Peşmergeler ile birlikte Irak ordusuna karşı harekete geçmiş bulunuyorlar


Koalisyon askerleri ile işbirliği içinde yapılacak ortak bir saldırı için inceleme yapmak amacıyla Erbil'e hakim tepelerde devriye gezen Kürt Peşmergeler.


Öyle anlaşılıyor ki, ABD ve İngiltere, başlangıçta öngörülenin aksine Kuzey Irak'ta ancak hava indirme birlikleri ile gönderebileceği miktar asker bulunduracak. Gerisini Kürt Peşmergeler ile halledecek. ABD'nin bölgede yaptığı son incelemeler, Kürtlerin bu konuda kararlı ve donanımlı olduğunu ortaya koymuş olmalı. Bundan sonra da, Türk sivil ve askeri yetkililer ile yaptığı görüşmelerden tek taraflı çekildi. Öyle anlaşılıyor ki Kürt gruplar, ABD'ye uzun yıllar işbirliği yaptığı Türklerden daha yakın.

ABD bombardımanı bu kez bu bölgede yoğun bir güç dalgasına yol açmadı. Çünkü onlar Iraklı Kürtler için dost niteliğinde. Iraklı Kürtler için ABD özgürlük getirecek! Dohuk, 1991 yılına kadar Irak yönetimindeydi. Bu tarihteki körfez savaşında oluşturulan hattın kuzeyinde yer alan bölge Kürt gruplarının kontrolü altında bulunuyor.

Türkiye'de meclisin ABD askerlerinin Kuzey Irak'a geçmesi ve Türkiye'de liman ve tesislerden yararlanılması doğrultusundaki karar taslağını – tezkere- reddetmesi barış adına yapılmış çok özgün bir adımdı; ama bu Irak halkına karşı başlatılan katliam karşısında suskun kalan insan hakları şampiyonu Batılı olan ve olmayan çevrelerce görmezden gelindi. Türk meclisinin bu kararının altında, bir anlamda önceki körfez savaşının da etkisi sonucu, emperyalist amaçlarını her şeyin üstünde tutan ABD'ye karşı duyulan kuşku yatıyordu. Kapitalizmin içine düştüğü derin ekonomik bunalımdan çıkış arayışı içinde olan ABD ve yandaşlarının çoğu zaman verdiği sözleri tutmadığı bir gerçek. Çok uzağa gitmeye gerek kalmaksızın Afganistan'daki durum bunu çok açık olarak yansıtıyor. Bombardıman sonrası ülkenin zaten çok sınırlı olan altyapısı yok edilmişti. Buna karşın, ABD, bu ülkeyi tamamen unuttu. Afganistan, şu an bombardımanın son günü ne durumda ise, öylece her şeyini yitirmiş halde bekliyor. Bu umutsuz bir bekleyiş. Gözü dönmüş emperyalist çıkar kaygısı, artık en olmadık yöntemlerin gündeme getirilmesini zorunlu kılıyor. Tezkerenin geçmemesi üzerine ABD, Kürt grupları harekete geçirerek onların Türk bayraklarını yakmalarını için kışkırtıyor.

Hal böyle iken, Irak içinde istediğini elde ettikten sonra, Irak Kürtlerinin ulusal özgürlüğü artık tümüyle ABD'nin iki dudağı arasında kalmayacak mı? Emperyalist çıkarlar doğrultusunda elde edilecek ulusal özgürlükler ne ölçüde kalıcı olabilir?

Zaman değişiyor. Artık tüm dünyada ülkeler, kendi zenginliklerinin ulusu ve milleti ile bütünleşmiş bir devlet yönetiminden geçtiğinin farkına varıyor, buna uygun düzenlemeler yapıyorlar. Ülke yönetimleri, ulusal sınırlar içinde sağlanacak egemenliğin o ulusu oluşturan halklar ve milletlerin ortak çıkarlarına dayalı olduğunun farkında olmak durumunda. Irak Kürtleri, bu zorunluluğun kendi halklarının esenliği için tek güvence olduğunu anlamaları gerek. Bunun dışında, Irak Kürtlerinin, bir başka ulusun çıkarları ile ortak olabileceğini düşünmek mümkün değil. Emperyalist ulus çıkarları ile asla. Halkların ulusal çıkarları, hiç bir başka ulus veya halkın çıkarları ile koşutluk içinde olamaz. Irak Kürtleri için bir başkasının çıkarı paralelinde elde edilecek hiç bir gelecek uzun vadeli olamaz. Irak Kürtlerinin çıkarları, emperyalist zorbaların çıkarları ile hiç bir şekilde uzlaşamaz.

PKK Hareketi

En ucunda PKK’nın yer aldığı Kürt hareketi, başlangıçta tümüyle Türkiye’deki sosyalist hareket içinde, onunla bütünleşik; kimi zaman kaçınılmaz olarak şoven dürtülerle beslense de, yasa faaliyet gösteren TİP’in sosyalizmi hedefleyen mücadelesi çerçevesinde sosyalizmin temel ilkelerine ve parti disiplinine bağlı kalarak yürütülen, esas olarak azgelişmiş doğu bölgesinde yaşayan Kürt halkının beklentileri karşılığında popülist bir hareket içinde olunmuşsa da, sosyalizm adına yapılan, Türk ve Kürt ayrımının hemen hemen hiç öne çıkmadığı, taraftarlarının esas olarak Kürt halkının içenden gelmeleri nedeniyle kendisini Kürt kökenli görmeleri ve bu halkın duygularını paylaşıyor olmalarına karşın, kendilerini neredeyse bütünüyle Türk yoldaşlardan ayırmayan, Türk yoldaşlarının da kendilerine aynı karşılığı verdiği bir ortamda sosyalist Türkiye için yapılan bir mücadeleyi temsil ediyordu. Ama sosyalist hareket, komünizmi yasaklayan 141 ve 142 maddelerin varlığına karşın, yasal mücadele ortamını bulduğu ilk fırsatta kitlelere yeterli ölçüde ulaşmayı becermiş ve uzunca bir dönem tabu haline gelen komünizm, bu sayede meşruluk kazanmıştı ve burjuvazi, yaşanan kısa dönemli genişleme döneminin ardından ekonomik yeniden tersine bir seyir izlemesi ile birlikte 12 Mart cuntası ile ülkede görece demokratik işleyişe son verildi.

Kuşkusuz, bu durum, Türkiye’ye özgü değildi ve Avrupa’da da ve neredeyse dünyanın dört bir yanında 68 öğrenci hareketinin yükselmesi, zengin Avrupa ülkelerinde kent merkezlerinde taraftarlarını neredense tümüyle öğrencilerin oluşturduğu adeta bir “devrim” dalgasına sahne oldu. Ama nedense, bu harekete başta hareketlerin yoğun olduğu Fransa’da olmak üzere, hemen tüm komünist partiler sıcak bakmadılar, harekete katılmadılar. Daha sonra yaşanan gelişmeler, durumu açıklıkla ortaya koyacaklardı. Bu öğrenci hareketi içinde anarşist yapılanmalar oluştu. Bu örgütler Avrupa’da bir terör havası estirdiler. Ortada fol yok, yumurta yokken etraf kana bulandı. Sonunda, bir taraftan öğrenci hareketlerine ideolojik kılıf uyduran parti dışında H. Marcuse, diğer taraftan parti içinde L.Althusser’in çabaları ile anarşist hareketlerin ideolojik çerçevesi tamamlandı. 1960’lı yıllarda doruk noktalarında gezinen Avrupa'daki komünist hareket, bu ideolojik yıpranma sonucunda Euro-komünizmine, yani, işçi sınıfı ideolojisi inançsızlığı ile sonuçlandı. O günden bu yana, Avrupa’da komünizm gerileme dönemine girdi.

Türkiye’de yaşananların bir özeti yukarıdaki paragrafta veriliyor. Yasal sol hareket, tüm ülke çapında büyük bir coşku uyandıran ilk seçim başarısından sona, ikinci bir genel seçim sonrasında da, seçim sisteminin değiştirilmesi sonucu milletvekili sayısına yansımasa da bu başarısını yineledi. Bu, şimdilik tehdit oluşturacak düzeyde değilse de, Türkiye gibi siyasi dalgalanmaların çok yoğun olduğu bir ülkede, belirli koşullarda bir tehdit oluşturabilirdi. Avrupa’daki durum ile tam olarak örtüşen bir gelişme ile burjuvazinin buna karşı ciddi önlemler alması gecikmeyecekti. TİP içinde bir kısım “eski tüfek” partililer, devrimin niteliği üzerine tartışma başlattılar. Bu tartışma içinde, partiye karşı takındıkları saldırgan tavır, kısa zamanda temel olarak öğrenci partililer arasında zamanla partiye düşmanlık biçimine dönüşecek anarşist (goşist) tavırlara dönüştü. Bu anarşist öğrenciler, ideolojik kışkırtma ile her yerde parti binalarına saldırı, parti üyelerini tartaklama, göz dağı verme, parti mallarını tahrip etme biçiminde yıldırma hareketlerine dönüştü. Çünkü, öğrenciler için artık kır yada kent içinde silahlı mücadele dışında bir başka mücadele biçimi kalmamıştı, bunu reddedenler, başta işçi sınıfı partisinin sosyalizm mücadelesi de yanlış ve sakıncalı görülüyordu.

Bu gelişmeler, TİP yöneticilerini önlem almaya itti. Zaten kendini parti dışında, büyük hedefler peşinde olan öğrenciler ve onların akıl hocaları partiden tasfiye edildi. Parti, 12 Mart öncesinde, küçük burjuvazinin özlemlerini temsil eden hareketi kendi içinden arındırarak sınıf partisi olma yolunda önemli bir adım atıyordu.

Bundan sonra TİP, artık yasal nedenlerle “bilimsel sosyalizm” olarak dile getirilen Marxizm’i ilkelerini benimseyecekti.

12 Mart 1970 darbesi ile getirilen baskı rejimi, bütün sol siyasi faaliyetleri yasaklamış, bu durum geniş bir kesimde burjuva demokrasisi koşulları altında siyasi mücadele yapılamayacağı ve mücadelenin kaçınılmaz olarak silahlı yöntemlerle yapılması gerektiği görüşlerinin yaygınlaşmasına yol açmıştı. PKK hareketinin doğuşu, böyle bir süreç sonucunda ortaya çıktı.

Çok çeşitli parti, cephe, ordu, vs. kimlikleri altında oluşturulan romantik gerilla hareketleri, ardından çok sayıda gözü yaşlı ana ve babaları bırakarak yüzlerce kişinin hayatına mal olarak hüsranla sonuçlandı. Ama, o günlerde Türkiye’de siyasi ortam olağanüstü düzeyde gerginleşmiş, ülkede art arda sıkıyönetimler ilan edilmiş ve kolluk kuvvetleri alarma geçirilmişti. Ama büyük acılar sonrasında gerilla özentisi hareketler yavaşlamış ve giderek yok olmaya yüz tutmuştu ki, 1974 yıllarında bu sefer PKK hareketinin kurulması gündeme gelmişti. Belli ki, uzunca bu tür gerilla hareketleri, ülkenin siyasi yaşamına damga vuruyor, ülkede yaratılan gerginlik ile adeta tüm ülke nefeslerini tutmuş ve hareketsiz bırakılmış bir durumda tutulabiliyordu.

Nitekim, baskı rejiminin gevşemeye yüz tuttuğu ve yeniden demokratik özgürlüklerin geri verildiği ve siyasi faaliyetlerin başladığı, partilerin bu sefer sanki eski döneme kıyasla biraz daha özgür bir ortamdan yararlanma fırsatını bulduğu bir ortamda, PKK, başlangıçta izlediği ulusal düzeyde bir devrim anlayışını terk ederek, esas itibarı ile doğuda, Kürt halkının ulusal bağımsızlığı ilkesini benimsedi ve bu doğrultuda gerilla hareketini Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelere kaydırdı.
  PKK liderliğinin böyle bir temel strateji değişikliğinin temelinde yatan her ne ise, bunu anlamak pek kolay değildir. Bunun PKK hareketi liderliğinde Türkiye’nin bütününün kurtuluşu için başlatılan sürecin ilk adımını saymak da mümkün değil. Ne var ki, Kürt halkının yoğun bir yoksulluk içinde yaşadığı yörede, en azından romantik gerillacıların yoksun kaldığı halkın lojistik desteğini sağlama açısından daha tutarlı tutum olduğu açıktır. Sık sık PPK’yı esas olarak Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Küba gibi, sosyalist sistemin dünyaya devrim ihraç eden öncülerinin desteğinde kurulmuş, Marksist-Leninist örgüt olduğunu ileri sürülür.[i] Kuşkusuz bu sav, tüm ülkelerde olduğu gibi, sol eğilimli rejim karşıtlarının Sovyetler Birliği tarafından desteklendiği ve beslendiği komplo kuramlarının bir benzeridir.

PKK için ileri sürülen dışardan destek aldığı savlarına gerek kalmaksızın, PKK hareketinin Türkiye proletarya hareketi açısından ne kadar tehlikeli ve olumsuz sonuçlara yol açtığı ortadadır. Türkiye’de 12 Mart darbesinin ardından gelen 12 Eylül darbesine zemin hazırlayan siyasi gelişmelere bakıldığında bunu görmek bir kez daha mümkün. Burjuvazi, Mart darbesi ile istediği sonucu alamamış, tam tersine, Mart darbesinin sol kesime yönelik tam bir sindirme hareketi amacını taşıdığının ortaya çıkması ile yeniden toparlanan sol siyasi hareket, önceki dönemi aratmayacak bir gelişme seyrine girmiştir. Bu dönemde izlenen siyasetin büyük ölçüde reformist ve popülist niteliğini hala daha aşamamış ve büyük ölçüde eski dönemin sınıf olgusunu inkara yönelik sağlıksız niteliği süregelmesine karşın, yeniden ve kısa zamanda toparlama sürecine girmesi burjuvazi için yeterli düzeyde endişe verici olmuştu. Bu gidişi durdurmak, yükselen sınıf hareketinin önüne geçmek ve sınıf partilerini kapatmak için harekete geçildi. Bir önceki dönemde olduğu gibi, yaratılan bir taraftan kent merkezlerinde faşist saldırıların alabildiğine tırmandırılması, buna eş zamanlı olarak kırsal alanda Halkın Kurtuluşu, vs. yanı sıra, PKK’nın silahlı eylemlerinin eşlik etmesi ile, 12 Eylül’ü hazırlayan kaos ortamı yaratılmış oldu.

1980 yılına gelindiğinde, Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık had safhaya varmıştı. Bu koşullar altında PKK, gerilla hareketlerini Türk resmi görevlilerine, kendisine rakip örgütlere ve misilleme amacıyla yaptığı saldırılara yoğunluk verdi. 1980 yılı başlarında PKK, 240 civarında insan öldürmüş bulunuyordu. Bu durum, kent içinde yükselen faşist terör öle bir araya geldiğinde, artık yeni ama bu sefer topyekün bir saldırı amacıyla 12 Eylül askeri darbesi için yeterli zemini hazırladı.

Proletaryanın sınıf hareketi, anarşi, gerilla ve silahlı mücadeleye her zaman karşı olmuştur. Zira bu hareketler, esas olarak burjuvazinin sınıf hareketine karşı kurduğu bir tuzaktır. Bu dönemde, TİP’in 7 üyesi hunharca öldürülmüştü. Bu katliam, bizzat TİP’i silâhlı mücadeleye çekmek için düzenlenmişti. Böylesine acı bir olay, basiretli bir tutum ile karşılandı; acılar için yüreklere taş basıldı; ama sınıf hareketini maceracı bir öfke ile tehlikeye atmak söz konusu olamazdı.

Bugünden bakıldığında, PKK hareketinin, söylendiği gibi Sovyetler Birliği, Bulgaristan ve Küba gibi sosyalist ülkelerden değil, ABD ve Avrupa gibi kapitalist ülkelerden destek aldığı açık. Ama hiç kimse, bunun artık olağanüstü bir durum olduğunu düşünmüyor. Artık uluslararası düzeyde, ülkeler arası karşılıklı ilişkilerin tümüyle menfaat ilişkisine dayandığı, bunun için örtülü/açık ülke içi muhalif kesimleri kışkırtmalar dahil, her türlü yolun mubah sayıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Avrupa ve ABD artık bunu açıklıkla yapıyorlar. Öyle ki, ABD, PKK ile bağlantılı çıkarlarını hiç ödünsüz kuruma niyetinde. Bunun için Irak’a müdahale görüşmeleri sırasında, Türk askerinin PKK’ya karşı hareketine izin vermediği söyleniyor. Hatta ve hatta, K. Irak’ta Türk askerlerinin, ağır silahlarla donatılmış peşmergeler arasından hafif silahlarla geçmesi bile istendiği öne sürülüyor.

Irak’ta yapılan son seçimlerle kartlar yeniden dağıtılmış oldu. Şimdi Irak Şiilerinin öncülüğünde, ardından ABD’nin tam ve koşulsuz desteğini kazanan Irak Kürtlerinin ikinci sırayı aldığı bu ülkede, her şey yeniden başlayacak. Bu gelişmeler, bir bakıma PKK’nın bir taraftan onun Türkiye içinde, diğer taraftan uluslararası arenada Türkiye için kurulan siyaset senaryolarının dışına itecekmiş gibi görünüyor. Zira, ABD, artık bölgedeki fiili varlığını azaltıp, buradaki hakimiyetini uzaktan, sıcak çatışmaya girmeksizin, Türkiye’de mevcut ve yeni tesisler yanı sıra, Romanya, Bulgaristan ve bazı Kafkasya ülkelerinde oluşturacağı yeni üstler üzerinden sürdüreceği anlaşılıyor. Öte yandan Türkiye’de burjuvazi, sol siyaset üzerinde tam da istediği biçimde ölü toprağı serdi ve bir kaç yerde söz konusu olabilecek kıpırdanmaları da reformist ve suya sabuna dokunmayan, işçi sınıfı ile bağları olmayan ve sınıf inancını yitirmiş sözde sol partilere bıraktı. Bundan sonra da PKK’yı tümüyle ülke sınırları dışına sürdü. Üstüne üstlük şimdi önünde Avrupa’nın isteği doğrultusunda Türk Ordusu’nun rejim içindeki konumuzu aşındırma telaşına düşmüşken, kesinlikle PKK hareketinden sağlayacağı hiç bir yarar kalmadı. Belki de bu nedenle, şimdi kendisini K. Irakta özerk bir Kürt federasyonu oluşumuna ve bunun giderek bağımsız bir devlet olması gerçeğine alıştırmakla meşgul. Böyle bir durumda, Arap komşularından hiç bir yararı olmayacak özerk Kürt federasyonunun Türkiye ile ilişkilerini yeniden yumuşatma eğilimine girmesi ile, bölgede PKK hareketinin tümüyle bitmesi bile gündeme gelebilir. Hiç kuşku yok ki, böyle bir yumuşamada ilk talep, buna yönelik olacaktır.

Halepçe ve Sonrası 
 
Basında yer alan bir habere göre, Uluslararası Olaf Palme Vakfı Genel Başkanı ve Kürt meselesinde uzman olan Thomas Hammarberg, Kürdistan güneyinin durumu hakkında ve Irak’a yaptığı geziyle ilgili önce Stockholm’de bir seminer verir. Irak ve Kürdistan’ın güneyinde yaptığı bir haftalık gezi sırasında çarpıcı gözlemlerde bulunan Thomas Hammarberg, bu seminerde Kürtlerin Irak’a ve dünyaya karşı kendi pozisyonlarını güçlü kılmak için, Irak’ın genel seçimlerini beklememeleri, şimdiden Kürdistan’ın güneyinde genel seçimleri hazırlayarak bu esas üzerine yeni ve birleşik bir hükümet kurulmaları gerektiğini vurgulamaktadır.[ii]

Gün geçmiyor ki, Batı dünyasında bu ve benzeri Türkiye ve Irak’ta yaşayan Kürtler adına kendilerine misyon biçen çeşitli türden sivil toplum kuruluşları, siyasiler ve misyonerler çıkmasın.[iii] Ama hiç kuşku yok ki, bu tür istihbarat çalışmaları hiç de sözde kalmıyor ve zamanı geldiğinde eyleme dönüşüyor. Aynen Halepçe katliamında olduğu gibi.

Halepçe’ye 16 Mart 1988’de kimyasal gaz atılması sonucu, yaklaşık 5 bin Kürt hayatını kaybetmişti. S. Hüseyin tarafından gerçekleştirildiği duyurulan bu katliam, bütün dünyada büyük bir nefret uyandırmıştı. Bu gün de, bu katliamın anısına yapılan kutlamalarda masum insanları katleden anlayış nefretle kınanıyor.

O tarihlerde katliam haberi, Amerikanın Sesi Radyosu kaynaklı resmi bir açıklama ile Amerikan yetkilileri tarafından duyuruldu. Duyuruda bu suçun failinin Irak Diktatörü S. Hüseyin olduğu söyleniyordu. S. Hüseyin, 1. Dünya savaşı sonrasında kullanımı yasaklanan hardal gazı ve sinir gazlarını İran ile yaptığı savaşta kullanmış, böylelikle, on yıldır sürdürmekte olduğu gaz savaşına yeni bir halka ekleyerek bu sefer kendi Kuzey Irak’ta yer alan Kürt halklarını hedef almıştı. Ülkesinde büyük bir kimyasal stok yığınağı bulunduran ve bunu kendi halkına karşı kullanmakta çekinmeyen S. Hüseyin’in ve rejiminin dünya barışı için ne kadar tehlikeli olduğu da ayrıca ilave edilmekteydi.[iv]

Amerikan resmi çevreleri tarafından duyurulan bu haber, ve medyaya yansıyan haber ile ilgili ayrıntılar, büyük bir infiale yol açtı. Görüntüler, tümüyle bir gözü dönmüş caninin tümüyle savunmasız kadın ve çocuklardan oluşan bir kesimi hedef almıştı. Bu gözü dönmüş cani, Irak Baas rejiminin başında yer alan S. Hüseyin idi.

Gerçi, gelişmelere biraz daha yakından bakıldığında, işin içinde bir tuhaflık sezilmiyor da değildi. Ama o günlerde katliamın ortaya serdiği gaddarlık, böyle bir tuhaflığın olup olmadığını düşündürecek gibi değildi.

ABD yetkilileri, Halepçe katliamın yapıldığı dönemde, Irak rejimi ve bu ülkede kimyasal silahların bulunduğu ve bunların bölge ve dünyamız için tehdit oluşturduğu doğrultusunda bir taraftan gerek dünya kamuoyu önünde yoğun çabalar gösteriyor, öte yandan başta Birleşmiş Milletler olmak üzere çeşitli kuruluşları bu konuda önlem almaya çağırıyordu. Tuhaflık tam da burada yatmaktaydı. Çünkü, ABD, Irak’ın uzunca bir dönem komşusu İran ile yaptığı savaşta S. Hüseyin’in yanında yer almış, onu desteklemişti. Bu bağlamda, ona verdiği her türlü destek yanı sıra, İran Molla rejimine karşı kullanması için kimyasal silah da vermişti. Oysa şimdi, bu kimyasal silahların varlığının uluslararası barış ve güvenlik için tehdit olduğu propagandası yapılıyordu. Acaba, İran halkı, bunun dışında mı tutulmuştu? Dün bu silahların S. Hüseyin gibi bir diktatörün eline veren ABD, onun bir başka vesile ile, Irak’ın bir başka uzlaşmazlığı (örneğin, Kürt halkı) gidermesi için kullanılmaz mıydı? Acaba, bu silahların sırf kâr amacıyla üretilmesi en baştan durdurulması gerekmez miydi?

Her şeye rağmen, ABD’nin propagandası meyvelerini verecekti. ABD, BM içinde oluşturulan özel komisyon aracılığı ile yapılan çalışmalar sayesinde çabaları boşa çıkmıyordu. Gerçekten de, o günlerde haber manşetlerine bir göz atıldığında, ABD’nin S. Hüseyin’in tam bir cani gibi gösterme doğrultusunda yoğun bir çaba içinde olduğu açıkça görülecekti: 12 Mart’ta, ABD Devlet Bakanlığı tarafından yapılan bir açıklamada, BM’in Irak hakkında aldığı 678 ve 687 sayılı kararlarına deyiniliyor ve Irak’ın ikincisi ile ihlal durumunda olduğu taktirde bunun, üye devletleri karar içinde yer aldığı gibi, Irak’a karşı gerekli bütün önlemleri almak için meşru bir neden olacağı belirtiliyor, K. Annan, aynı gün yaptığı açıklamada, alınan bu kararları (ve dolaysı ile ABD’nin yaptığı tehdidi) savunarak bu kararları, Irak’ın her ne pahasına olursa olsun kitle imha silahlarını elinden çıkarması gerektiğini doğrultusunda alındığını ifade ediyordu.[v]

Bu açıklamaların ardından, aynı günlerde elbirliği etmişçesine olası müdahale yanlısı açıklamalarla birbirlerini destekleyen ABD’li ve BM’li yetkililerin bu açıklamalarını destekleyen duyurular ve haberler basında yer almaya başlamıştı.[vi] Amerikanın Sesi, Biyolojik Terörizm üzerinde duruyor ve Irak’ın biyolojik silah programının uluslararası camiayı çok endişelendirdiğini söylüyordu. 13 Mart’ta Senato’da bağlayıcı nitelikte olmayan bir karar alınıyor ve BM’in derhal bir mahkeme oluşturarak S.Hüseyin’i savaş suçlusu olarak yargılaması isteniyordu.

Ancak bu arada ilginç bir gelişme yaşanmaktadır. Her ne kadar ABD, BM içinde istediğini yaptırıyor olmasına karşın, BM Özel Komisyon (UNSCOM) yetkililerinin sanki tırmanan gerilimi düşürme doğrultusunda açıklamalar yaptığına tanık olunur. UNSCOM yetkilileri, yaptıkları açıklamalarda, Irak’ta kimyasal silahların araştırılması konusunda şimdiye kadar sağlanan en büyük kolaylığın kendilerine tanınmakta olduğunu belirtirler. 16 Mart’a yapılan bir başka açıklamada ise, Irak’ta UMSCOM’un en hassas bölgelere erişim sağlayabilmekte olduğu belirtilir.

Bu açıklamaların ardından UNSCOM tarafından Irak rejimi yanlısı ve var olan kimyasal silahların imha edildiğine kanıt oluşturan nitelikte yapılan açıklamalar ve yumuşama havasına giren ortam ABD yetkililerini telaşlandırmış olmalıdır. Bunun üzerine, ABD Savunma Bakanı’nın açıklamaları devreye girer. Bakan, S. Hüseyin’in kimyasal silahlara sahip olmadığını kanıtlaması yükümlülüğünde olduğunu belirtir. Savunma Bakanı’na göre, Irak ile olan gerginliğin yumuşadığı doğru değildir. Zira, Irak’ta kitle imha silâhları hala daha vardır ve bunlar büyük bir tehlike olmayı sürdürmektedir.[vii]

Bütün bu açıklamaların bir kaç gün sonrasında Halepçe katliamının olduğu duyurulur. Katliam ile ilgili yapılan açıklamalarda, suçlunun S. Hüseyin olduğu vurgulanır.

Bilindiği gibi, Irak müdahalesinden sonra ABD’li yetkililer onca çaba göstermelerine karşın, Irak’ta hiç bir kimyasal silah olduğuna ilişkin bir kanıt elde edemediler. Ne var ki, bu açıklama, artık dünya kamuoyunun ABD’nin Irak’a müdahalesini kanıksamış olduğu bir aşamada yapıldı. Dünya kamuoyunun bu müdahaleyi kanıksamış olması, onu kabul ettiği anlamını taşımıyor. Aksine, yapılan anket sonuçlarından da anlaşılacağı gibi, bu nefret, Amerikan yaşam tarzının tüm dünyayı kucaklamış olmasına karşın her geçen gün artıyor. Ama bu kanıksama, bir tarafta ABD’nin kamuoyu üzerinde gerçekleştirdiği yanlış bilgilendirme olduğu kadar, büyük ölçüde Irak konusunda ABD ile aynı çıkar ilişkisi içinde olan başta Avrupa olmak üzere, Avrupa ve ABD’nin yeni gözdesi olmaya soyunan irili ufaklı devletlerin oluşturduğu emperyalist ülkelerin ABD’ye verdiği muazzam destekten kaynaklanıyor. Avrupa’nın demokrasi ve insan hakları şampiyonu olan ülkeler bile, en son ABD’li başkanın ülkelerini ziyaretinde kendisine tam destek vererek Irak’ta bir oldu bitti resmileştirmiş oldu. Dolaysı ile bu kanıksama gerçekte iyice ABD ile uzlaşma içine giren Avrupa ülkelerinin kamuoyunu değil, ama medyasına özgü bir durumu yansıtıyor.

Irak’ta kimyasal silahların bulunmadığı ile ilgili açıklama için olduğu kadar, aynı günlere rastlayan S. Hüseyin’in avukatı tarafından yapılan açıklama da pek fazla ilgi çekmediği görülüyor. Oysa bu açıklama, bütünüyle Halepçe konusunda olup bitenlerde yakından ilişkili: Irak devrik lideri S. Hüseyin'in savunma ekibinin başında bulunan avukat Ziyad el Hasavne, S. Hüseyin'e yöneltilen Halepçe katliamıyla ilgili suçlamaları yalanlamaya hazır tanıkları olduğunu belirtti. Ellerinde Irak ordusunun Halepçe'de zehirli gaz kullanmadığına dair belgeler olduğunu söyleyen El Hasavne, devrik lider S. Hüseyin'in de bu katliamla ilişkisi olmadığını kanıtlayabileceklerini söyledi.[viii]

Son zamanlarda, S. Hüseyin’in yargılanması ile ilgili haberler gündeme geliyor. Bu duruşmalar sırasında, gerek S. Hüseyin ve gerekse onu savunanların bu durumu ne ölçüde ortaya koyabilecekleri, kendilerine böyle bir fırsat verilip verilmeyeceği, vs. merak konusu olabilir. Ama, en iyimser bakış açısı ile S. Hüseyin’in avukatları bunu ispatlamış olsalar bile, hiç kuşku yok ki Halepçe’de böyle bir katliamın sorumluları ile ilgili gerçeğin iyice ortaya çıkmasının uyandıracağı ilgi, ABD’nin Irak’ta kimyasal silah bulamaması ne ölçüde yaygın olmuşsa ancak o ölçüde ilgi uyandıracaktır. Kaldı ki, ABD’nin savaş strateji ve taktikleri uygulama konusunda en akla hayale gelmeyecek marifetler sergilediği bilinmektedir.

Halepçe 5 bin civarında masum Kürt katledildi, bir o kadarı da kimyasal silahların onulmaz etkileri ile karşı karşıya kaldı. Ama, ABD’nin günümüzde yürüttüğü saldırı siyasetinin nihai hedefinin bir dünya hakimiyeti olduğu giderek daha fazla ortaya çıkıyor ve böyle bir hedef uğruna çizilen politikalarda, ister istemez, bugün Irak’ta onluğu gibi, on binlerce, yüz birlerce insanın hayatı pahasına gerçekleştirileceği de bir gerçek. Eğer ABD, gerçekten tüm dünya pazarlarında tek söz sahibi olmak istiyorsa, bugün Irak’ta olduğu gibi, yarın bir başka yerde daha yüz binlerce insanın kaderi ile oynayacak demektir.

Bilindiği gibi, ABD askeri çevreleri, ülkeyi savaşa sokmak için kamuoyunda gerekçe oluşturması amacıyla, Japon savaş uçaklarının olası Pearl Harbour saldırısını haber aldıkları halde müdahale etmemişler, böylelikle tüm bir ABD donanmasının imha edilmesi pahasına da olsa, barışçı ABD kamuoyunu “yola getirmişlerdi”. Aynı taktik anlayışın , 11 Eylül saldırıları sırasında da geçerli olduğu artık kanıtlanmış durumda. ABD istihbaratı, El Kaide taraftarlarının ABD içinde olduğu ve bir eylem hazırlığı yaptıklarını belirlemiş olmalarına karşın, gerekli önlemler alınmadı. Bu sayede, şimdi Bağdat’ta, İstanbul’da, Hewler’de, Moskova’da, Madrid’te bombalar patlıyor ve bu bombaların geride bıraktığı ölülerin sayısı yüzlerle ifade ediliyor. Savaş sürecinin bir parçası olarak gelişen bu saldırılar, sermayenin kitleleri dehşete düşürmesine ve kitleleri çıkarları doğrultusunda maniple etmesine hizmet ediyor. Tüm ülkelerin egemen sınıflarına göre “dünya üzerinde bir terörizm heyulası” dolaşıyor! Kimdir, amacı nedir, hangi sınıfın çıkarlarını ifade ediyor bilinmiyor! “Terörizm” insan üstü, insansız, bir takım canilerin öldürmekten zevk almasının ürünü gibi sunuluyor. Oysa bu saldırılar emperyalist savaşın yeni bir biçimi, yöntemi olarak gelişen olgunun bizzat kendisidir. Yüzlerce insanın ölümüne neden olan saldırılar emperyalist-kapitalist sistemin artan çelişkilerinin, çatışmaların ve emperyalistler arasında yürüyen hegemonya savaşının görünmeyen, dipten gelen dışavurumundan başka bir şey değildir.[ix]

Yapılan insanlık dışı katliamın sorumlusu ister S. Hüseyin, ister ABD, kim olursa olsun, bundan sonraki gelişmeler, kesin olarak ABD’nin bu uğurda yaptığı planın ilk adımını oluşturduğu ortadadır. Hiç kuşku yok ki, Halepçe’nin sorumlusu, kimyasal bombaları S. Hüseyin de atmış olsa, ABD’dir. ABD Savunma Bakanı D. Rumsfield, S. Hüseyin'in İran askerlerine gaz saldırısını başlatırken 1983’te Bağdat’ta onu ziyaret etmişti. İranlıları öldürdüğü sürece Saddam Hüseyin güvenilir bir müttefik olarak kabul edildi. Amerikalılar ve İngilizler Saddam Hüseyin’e silah alması için kredi açtılar ve ona her türden askeri yardımı yaptılar. ABD, Körfez Savaşından bir yıl önce Saddam’a helikopter iletişim cihazları, 21 parti şarbon ve yüzlerce ton öldürücü sinir gazı sarin gönderdi. Suudi Arabistan’daki AWAX üslerinden bilgi sağladı. Ne Amerikalılar ne de İngilizler olup bitenlerden habersiz olduklarını söyleyemezler. Diktatörlüğün işlediği tüm suçları biliyorlardı. 1988’de Halepçe’de Kürtleri yok etmeden önce Londra Bağdat’a ticaret görüşmeleri için bir bakanını göndermişti. 5 bin Kürdü bir gaz saldırısıyla öldürdükten sonra Saddam’a ticari anlaşmalar için fazladan 340 milyon sterlin ve Amerikalılar da fazladan bir milyar dolar verdiler.[x]

Halepçe sayesinde S. Hüseyin aleyhine oluşturulan kamuoyu, ABD’nin “Kuzey Irak” olgusunu fiilen gündeme getirmiş, sırf bu katliamın yarattığı infial sonucunda burada yaşayan Kürt halklarının korunması uluslararası kamuoyu ve daha sonra BM gündemine güçlü bir şekilde getirilmiş ve Irak fiilen ikiye bölünerek ABD kendisine 36 paralel ile belirlenen Kürt bölgesinde muazzam bir üs kurmuştur.

Bütün bunlara bakarak Kürt halkının kendi kaderini ne bölgede elde edecekleri hakimiyet ile uluslararası düzeyde daha güçlü bir konum elde etmeye çalışan ABD’lilere ve ne de onların yardakçılığını yapan, Olaf Palme yada Adenauer Vakıflarına terk etmemeleri gerekiyor.

_____________

[i] Prof. Yonah Alexander, PKK & Terrorism, Terrorism Studies Program, The Georg Washington University, 1994.

[ii] 25/11/2003 Kerkük-Kurdistan - Arif Zerevan.

[iii] Dr. Necip Hablemitoğlu’na göre, Türkiye'nin Güney Doğusunda "Kürdistan"ı ve de başkenti olarak da Diyarbakır'ı "de facto" pozisyonunda kabul ve ilân eden Konrad Adenauer Vakfı ile Heinrich Böll Vakfı temsilcileri-uzmanları ve daha pek çokları bu tür kuruluşlar arasında yer alıyor.

[iv] 27-Mar-98 2:13 PM EST (1913 UTC) NNNNSource: Voice of America.

[v] http://www.globalsecurity.org/wmd/library/news/iraq/1998/index_03.html Maintained by John Pike - Copyright © 2000-2004 GlobalSecurity.org All Rights Reserved

[vi] ABD’li istihbarat çevrelerinin sadece Irak ile psikolojik savaş amacıyla özel bir çaba gösterdikleri biliniyor. Bu konuda Aydınlık tarafından verilen “ABD’den para alan gazeteciler” haberde, Pentagon, her yıl kamuoyu oluşturmak için özel bir fon oluşturuyor. ABD, bu bağlamda sadece 2003 yılı için Ortadoğu’da medya oluşturmak amacıyla 600 milyon dolar ayırdı. Bunun 200 milyon dolarını da Türkiye’ye ayırdı. Haberde, H. Özkök’ün yaptığı bir değerlendirmeye de yer veriyor. Buna göre, ABD Irak hareketi gibi konularda, bir kaç sene önceden işe başlıyor, belirli yazarlara yazılar yazdırıyor, medya kuruluşları vasıtası ile psikolojik hareket yapıyor.” Aydınlık: 5 Ocak 2003.[vii] A.g.e.

[viii] NTV-17 Ocak 2005. Aynı haber, 18 Ocak 2005 Radikal Gazetesi tarafından da verildi. Radikal Gazetesi, bu haberin yayınlanmasından sonra bir dizi tepki alır. Bu tepkilerin tümü, Halepçe katliamını nedeniyle S. Hüseyin’i suçsuz gibi gösteren bir anlayışa karşı Kürtler tarafından gösterilmiştir. Tepkiler, Kürt halkına yöneltilen bir katliamın göz ardı edilme çabası olarak değerlendirilmektedir. Oysa haber, bunun bir katliam olmadığını belirtmiyor. Ama, katliamın kaynağının bir başka adreste olduğu belirtiyor. Nitekim, habere tepki gösterenlerden biri bunu şu şekilde belirtiyor: “Halepçe konusunda gerçekten sadece bizzat Batının bize yansıttıklarını biliyoruz. ABD 1945'te sadece atom bombası denemek için 2 şehri yerle bir eden bir ülke olarak bu konuda kimseye bir şey söyleme hakkına sahip değil. Bu arada işbirlikçi Kürt liderlerin söyledikleri hiçbir şeye inanmıyorum. Saddam'ın kullandığı söylenen kimyasal gazlar ve hatta tesisleri konusunda bir tane bile kanıt bulunabildi mi? İran’da idam sahnesi diye gösterilen görüntülerin filmden çalınma olduğunu görmüş, bebeği kaçırılmış bir Kuveytli kadın diye yutturulan genç kızın Kuveyt'in İngiliz büyükelçisinin kızı olduğuna tanık olmuş biri olarak batının yaydığı dezenformasyonu ciddiye almıyorum.-Cem Aygün”[ix] “Büyük Ortadoğu” ya da Genişletilmiş Emperyalist Paylaşım - www.Marxizm.com.

[x] Irak’a Karşı Emperyalist Savaş Üzerine Manifesto (Alan Woods - Ted Grant, 6 Şubat 2003) -www.Marxizm.com.