BÖLÜM VII

Emperyalist Emeller


Bir taraftan ABD, diğer taraftan Avrupa’nın ulus, halk, etnik; belki de kısaca “ırk” sorunu ile çözümsüz bir bağdaşıklık içinde olduğu gözleniyor. Bu sorunun her iki kıta üzerinde çok büyük sıkıntılara yol açması, belki de, bu bölgelerde yaşanan ideolojik boşluk ile bağlantılı olabilir. Kuşkusuz, böyle bir varlığın boşluğu epey zamandır hissediliyor. Uluslaşma hareketinin başlaması ile burjuvazinin bayraktarlığını yaptığı demokrasi ve özgürlük ve bunun üzerine temellendirilen aydınlanma felsefesi, çok değil, yirminci yüzyıl başlarında bunalıma düşmüş, kitlelerin umutsuzluğu ancak onlara “üstün ırk” aldatmacası ile giderilebilmişti. Ama bu aldatmaca felakete dönüştüğünde ve insanlık neredeyse bu ırk budalası çılgının yüzünden felaketin eşiğine gelmişti. Ama öyle anlaşılıyor ki, o zaman da bu denli insanlık için dram olan acılar ve felaketler bile insanlığın aklını başına getiremiyor. Bugün olduğu gibi. O zaman da Nazizmin şaşaalı yükselişinin cazibesine kapılan neredeyse bütün Avrupa ülkelerde burjuvazi ideolojik boşluğunu “ırkçılık” ile doldurmuştu. Bu boşluk, bir taraftan burjuvazinin artık çağdışı olmasından kaynaklanan kültürel yoksunluktan olduğu kadar, işçi sınıfı hareketinin çok hızlı bir yükselmesi sonucunda yaşanan korku ile karışıktı. Bugün benzer bir gelişme yaşanıyor olabilir. Burjuvazi, var oluşunun anlamı demek olan ideolojisi ve kültürüne kavuşabilmiş değil. Aynı yoksunluk devam ediyor. Öte yandan, sosyalist sistemin çökmesinin ardından, ne kadar komünizm öldü dense de, yaşanan ilk şaşkınlık sonrasında yeniden yoksul milyonlarca insanın umudu olmayı sürdürüyor. Burjuvazinin korku duyması için her türlü nedeni var. Onun için, bir taraftan Irak’ta masum yüz binlerce insanın üzerine ölüm kusarken, hala daha Türkiye’de Kürt halkının insan hakları adına sahip çıkma yüzsüzlüğünü görüyorlar.

Etnik kışkırtmanın önemli ve üzerinde enine boyuna durulması gereken bir bileşeni de, bu şekilde sınıf çelişkilerinin etkin bir şekilde gizlenmesidir. Bu açıdan ele alındığında, etnik ayrımcılık ne kadar tutarsız ve temelsiz olsa da, sınıf çelişkilerinin örtbas edilmesi ve geri plana itilmesi, emek sermaye çelişkisi yerine hakim ulus-ezilen ulus çelişkisinin konması, işçi sınıfı ideolojisi temelinde, sınıf siyaseti yürütülmesi amacı ile kurulmuş veya kurulan partilerin giderek halkçı, popülist politikalara yönlendirilmesi, ister Türk, ister Kürt, ister bir başka halka mensup insanları hiç bir ayrım gözetmeksizin, sömüren burjuvazinin yerini hakim ulusu temsil eden, devlet ve kolluk kuvvetlerinin alması, ülke içinde burjuva demokrasisi çerçevesi içinde ele alınan insan hakları kavramının tümüyle Kürt halkına yapılan haksızlıklar olarak anlaşılması, Türkiye’nin doğusunda PKK militanları ile sıcak çatışma döneminde yaşanan haksızlıklar, köy yakmalar, yargısız infazlar gündemin birinci maddesi yapılması, ama aynı şekilde işçi sınıfı ve onun siyasetini savunan sosyalist ve komünistlere karşı cumhuriyetin ilk döneminden başlayarak yürütülen yargısız infazlardan her türlü baskı ve işkenceyi de içine alan yıldırma politikası neredeyse gündemden düşürülmüş olması bunun tersini doğruluyor ve etnik çatışmaların emperyalizm için ve burjuvazi için oldukça yararlı bir politika olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Bütün bunlara bakıp, neredeyse Türk hükümetinin, Avrupa’nın ikinci adres olarak Diyarbakır’ı gösterme cüretinde bulunmasına ses çıkarmamasını da düşünerek, Kürt politikası konusunda Avrupa ile sanki bir işbirliği içinde olduğu yargısına bile varılabilir. Nitekim, fısıltı gazetelerinde söylenen de bunu teyit etmektedir. Buna göre Türkiye, uzunca bir dönem ve belli ölçüde PKK varlığının sürmesini istemiştir. Gerçekten de, bunun aynen Irak’a olduğu gibi, iç siyasette ne ölçüde yarar sağlayacağı ortadadır.

Sol siyasetin kitle ile buluştuğu ve bu açıdan gelişme seyri açısından daha az güdümlü olduğu 60’lı yıllardan bu yana Kürt sorunu tartışıla geldi. Oluşturulan sınıf partileri, Kürt hareketini kucaklamasını başardı. Kürt halkının bu dönemde savunulması genel sınıf politikaları ile tam bir uyum içinde görünüyordu. Ne de olsa, partilerin sınıf politikaları da çok fazla sınıfsal nitelik taşımıyor, genelde işçi sınıfı yerine emekçi kavramı ön plana çıkıyor, sömürüden çok, yoksulluk, fakirlik vurgusu yapılıyordu. Ama zamanla durum değişti. Arka arkaya gelen askeri darbeler, genelde popülist politika yapan sınıf partilerine hiç de popülist yaklaşım göstermediler ve burjuvazi, onları kendilerine ciddi rakip olarak gördü ve sınıf hareketi, onun siyasi temsilcileri ile neredeyse tümüyle ezildi. Ortalık tam bir sessizliğe gömülmüş olduğunda PKK örgütlenmesi ortaya çıktı. Kısa bir süre sonra, geleneksel “halkın kurtuluşu” hareketlerinde olduğu gibi, kendine “Marksist” bir kimlik edindi. Bundan sona PKK sadece Kürt halkının değil, tüm Türkiye’nin onurlu temsilcisi oldu. Örgüt kısa zamanda sol siyasetin gündemine, çizgisine, söylemine, vs. her şeyine damgasını vurdu. Denilebilir ki, hareketinin doğudan çok batıda taraftarı vardı. Artık sınıf yerine halk, burjuvazi yerine faşistler ve faşizm vardı. Marksizm yine her zaman vardı. Ama, artık bunu kimse tartışmıyordu. Nasıl olsa Marksizm’in yerini Lenin, bütün ülkelerin işçileri birleşin yerine ulusların kendi kaderini tayin hakkı almıştı, sınıf mücadelesinin yerini de halkın mücadelesi almıştı.

Emperyalizm, etnik kışkırtması ile en büyük kazancı belki de sınıf mücadelesinin esaslarını muğlaklaştırması ile elde etmiştir denebilir. Sosyalist sistemin de yıkılması ile işçi sınıfına olan inancın sarsılması da buna katkı yapmıştır, kuşkusuz. Sınıf siyaseti için içine düşülecek en acıklı durum budur. İşçi sınıfı sonuçta toplumun sadece bir kesimidir. Oysa işçi sınıfı dışında ezilen, hor görülen, sömürülen, köyleri yakılan, hakları verilmeyen, ay sonunu getiremeyen, siftah yapamayan, esnaf, kamu emekçileri, doktorlar, küçük esnaf, köylüler, yoksullar, vs. vardır. İşçi sınıfına olan inancın sarsılması, insanları öteden beri inandığı kavramları örselemeye, yemeye iter. Sömürü ile yoksulluk karıştırılır. Emekçi ile emek kavramları birbirine özdeş olarak kullanılır. Bilimsel doğruların yerini duygusal, popülist, içi boş kavramlar alır. Çok haklı nedenlerle, ama sadece aldığı maaşın azlığından şikayet eden memurlar, doktorlar, vs., esas olarak sınıfsal olarak burjuvaziye göbeğinden bağlı, ama üretken olsun olmasın bir şekilde emek sarf eden ve genel olarak küçük burjuvazi olarak tanımlanan kesimler, ürünü tarlada kalan, üretici pirimi alamayan, mazotu, gübresi, vs. çok pahalı alan köylüler, kamuoyunda gündemi sürekli işgal eden, nüfus olarak ülkede büyük bir ağırlığı olan kesimleri oluşturur. Doğallıkla Kürt halkı. Hakim ulus tarafından ezilen Kürt halkı. Bütün bu kesimler. Gerekçe hazırdır: açlık sınırında yaşama mahkûm edilen kamu emekçileri, memurlar ve doktorlar; yargısız infaza maruz kalan Kürt halkı!

Etnik kışkırtma, bununla birlikte işlenen kültürel farklılıklar, dini inanç farklılıkları vs. ile bir arada kullanıldığında, emperyalizm için işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinin engellenmesi, tüm dünya işçi sınıfı kardeşliğinin köreltilmesi ve göz ardı edilmesi, farklı ülkelerde yer alan işçi sınıfının ulusal, etnik, kültürel, vs. ayrılıklarının ön plana çıkartılarak birbirlerine hasım hale getirilmesi için yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bu şekilde, etnik kışkırtmanın işçi sınıfının enternasyonal ruhunu yok etme için kullanılması, özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde işsizliğin yaygınlaşması, göreceli refah düzeyinin işçiler aleyhine bozulması ile bir araya geldiğinde, çok daha da etkili bir yöntem haline gelmiş görünüyor. Son yıllarda bir taraftan Batılı ülkelerde işsizlik oranının kapitalist ekonomik bunalım dönemlerine özgü görülmemiş düzeyde artması, diğer taraftan da zengin Kuzey ve fakir Güney ülkeleri arasında gelir uçurumunun giderek daha da derinleşmesi dolaysı ile, fakir ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğun bir göçmen işçi akışının ortaya çıkması ve bunun Batılı zengin ülke işçileri için işgücü pazarında yüksek oranlı işsizliğin yanı sıra, ikinci bir tehdit olarak ortaya çıkması, emperyalizmin etnik kışkırtma politikalarının daha da acı sonuç vermesine yol açmaktadır. Bugün Batı Avrupa’da sayıları giderek artan Müslüman işçiler, bu ülkelerde çalışan işçilerin iş güvenceler yanı sıra, parasal ve sosyal açılardan tehdit olarak gösterilmektedir. Bugün Batılı ülkelerde faşizm eğilimli akımlar açıkça özendirilmiyor olsa da, böylesine yaygınlık göstermesi ve kendine iktidar ortağı olabilecek düzeyde taraftar bulabilmesine bakılarak, en azından kovuşturulmadığı ve engellenmediği açıktır. Bu şekilde sayıları her geçen gün artan işsizler kitlesine yanlış hedef gösterilmiş olmakta, işsiz, düşük ücretli, zor koşullarda çalışma, sosyal güvenceden yoksun olma gibi, temelde kapitalizmin kaçınılmaz yazgısını sergileyen çalışma koşulları, sanki göçmen ve Müslüman işçiler yüzündenmiş gibi gösterilmektedir. Daha sonra uluslararası düzeyde de ortaya çıkan “medeniyetler çatışması”nın, gerçekte emperyalizmin etnik kışkırtmasının bir sonucu olduğunu görmek gerekmektedir. Faşizm özentisi ve hatta bizzat faşizmi taklit eden lümpen örgütlenmeler, bugün Batı Avrupa’da yabancı işçilere terör estirmekte, yabancı esas olarak da Müslüman Türk ve Arap asıllı göçmen işçiler saldırıya uğramakta, evleri kundaklanmaktadır. Batılı toplumlarda, ne yazık ki artık bu olaylar kanıksanmış ve hatta halkın belli bir kesimi tarafından sempati ile karşılanır hale gelmiştir. Bir Avrupa ülkesinde, Müslümanların dini inançlarını kışkırtır nitelikte yayın yapan bir gazetecinin Müslüman biri tarafından öldürülmesi ile neredeyse tüm ülkenin galeyana gelmesi, etnik kışkırtma sonucunda çok daha vahim gelişmelerin olabileceğini düşündürmektedir. Ama kuşkusuz, belki bunun kadar vahim olan, farklı uluslardan işçi sınıfının enternasyonal kardeşlik duygularının yerini, kapitalizmin içine düştüğü bunalımı göz ardı etme ve işçi sınıfını yanlış yönlendirme amacıyla ve içten içe kışkırtılan etnik çatışma sonucu hasmane duygulara bırakarak birbirine adeta düşman yaptırılması ve enternasyonal birliğin köreltilmesidir.

ABD söz konusu olduğunda, bu ülkenin etnik sorunla bağlantılı bir takıntısı var. Belki de bu onların makus talihidir denebilir. Kıtanın Güneyinde olduğu gibi, Kuzeyinde de barış içinde yaşayan yerli halklar, beyaz ırkın toprak edinme ve yayılma saldırılarına karşı koyamadılar. Yerli halk, kimi zaman topraklarından edildi, kimi zaman kitle halinde tehcir edildi, kimi zaman da toplama kamplarında her türlü haklarından mahrum olarak yaşamaya tabi tutuldu. Uygulanan politikalar sonucunda, yerli halkın beşte dördü, kimi zaman da göçmen beyazların taşıdığı salgın hastalıkların da etkisi ile telef oldu, kıtanın her iki kesiminde yerli halk nüfusunun giderek azalmasına ve yerli kültürün yok edilmesine yol açıldı. İncilin yerli dillerine çevrilmesi ve uygulanan Amerikanlaştırma politikası, yerli kültürü tümüyle yok etti. Denilebilir ki, ABD tarihi, uluslaşma sürecinde genel doğrultudan farklı bir çizgi izleyerek oluştu. Amerikan tarihi, kendine özgü bir kültür, yaşam biçimi ve çağdaşlığa sahip bir halk, Amerikan yerli halkının asimilasyonu ve soykırımı ve yok edilmesi tarihidir. Beyazlar, Kıtaya ilk ayak bastığında burada günümüzden 50 bin yıl geriye giden göçler sonrasında oluşmuş 240’a yakın kabile, bir o kadar ayrı dil ve kültürde yerli insan toplulukları yer alıyordu. Günümüzde bu kültürlerin sadece izleri kaldı.

Bir bakıma, ABD’nin "ulusal" niteliği tartışma götürür. Ulusallaşma, Kıta Avrupa’sında mutlakıyete karşı kardeşlik, özgürlük ve demokrasi adına başlatıldı ve gelişti. Ulusal birlik, onu oluşturan halk veya halkların kaderde ve kıvançta, iyi ve kötü günde birliğini, eşitliği içerir. Ama, ABD demokrasisini ayakta tutan harç, İngiliz kökenlilerin tepesinde yer aldığı bir kast sistemidir. Bu kast sistemi, daha en başta, Amerikan kıtasına ilk göçlerin başladığı dönemlere kadar uzanır. Kolonileştirme politikasında Avrupalılar çok farklı politika izlediler. Kıtaya en yakın konumda Ruslar, Amerika’ya ilgi göstermedi. Aynı durum, İsveç, Hollanda, vs. gibi ülkeler için de geçerliydi. Fransızların ilgisi, esas olarak iki ayrı ulus arasında ticaret ilişkisi esasına dayanıyordu. Fransızlar, yerli halka saygı gösterdiler. Ama İspanyol ve İngilizler tümüyle sömürgeci ve yayılmacı bir tutum takındı. İspanyollar, daha çok Kıtanın Güneyinde yerli halkın tüm topraklarını elinden altılar, onları Hıristiyanlaştırdılar, karşı koyanları kılıçtan geçirdiler ve soykırım yaptılar. İngilizler, başlangıçta Fansızlardan etkilenerek yerli halkın haklarına saygılı bir politika izledilerse de, daha sonra ülkede birliğin sağlanması ve giderek yayılma siyasetini izlenmeye başlaması ile birlikte bundan vazgeçildi ve yerlilere karşı asimilasyon ve soykırım uygulamasına geçildi.

Yerli halka uygulanan soykırım kabusu, onun makus talihi oldu. Daha sonra ülkeye işçi olarak getirilen Afrikalılar tam bir kölelik sistemine tabi tutuldular. Aradan uzun bir zaman geçtikten ve yaşanan bir iç savaştan sonra kölelik resmen kaldırıldıysa da, pratikte hiç bir zaman kaldırılmadı. Bugün bile, ABD’de Afrika kökenlilerin onca mücadelesine karşın ırkçılığın önüne geçilemedi. ABD’de Afrika kökenliler dün olduğu gibi, bugün de yoksulluğun pençesindeler.Tarihi soykırım ve kölelik temaları ile bezenmiş ABD’nin bugün etnik hakların savunucusu olarak ortaya çıkması, ironiden öte, onun içine düştüğü çıkmazı yansıtıyor. ABD, bugün aşını sağlamadığı, başını sokacak bir ev bulamadığı on milyonlarda insanını ancak bu şekilde ulus-altı kavramlarla örtbas etme peşindedir. ABD’de uygulanan ve tepesinde beyaz İngiliz kökenliler, en altta da Afrika kökenlilerin yer aldığı; yoğun olarak ırkçılık, etnik gruplar, kültürel farklılık, dil, vs. temalarına dayanan çok katmanlı kast sistemi, kapitalistlerin mutlu azınlığın meşrulaştırılmasına yönelik arayışlardır. Batı toplumunun felsefesini oluşturan modernite, ABD toplumuna uymuyor. Buna koşut geliştirilen modernite sonrası anlayış içinde ağırlıklı olarak topluluğa değil, ama bireye yönelik kavramlar, artık kimlik, etnisite, cinsiyet, olarak yeni bir biçim alır. Modernizm ötesi anlayışa özgü bu özellikler, bir ulusu oluşturan bireyleri tanımlayan unsurlar haline getirilir.Buradan hareket edilerek bireye ait özellikler genelleştirilir ve mutlaklaştırılır. Bu unsurlar arasında yer alan etnisite ve etnik grup aidiyeti neredeyse tartışılmaz konuma getirilir. Etnik unsurların, ulusu oluşturan en temel unsur olduğu ileri sürülür. Buna göre güya, ulusal düzeydeki etnik sorunlar, artık uluslararası nitelik kazanmaktadır.

Kuşkusuz, etnik sorun deyince, hemen akla söz konusu ulusal sınırlar içinde yer alan etnik grupların "etnik risk" altında olduğu, bu bağlamda çeşitli baskılar altında kaldığı ileri sürülür. Etnik sorunlar çerçevesinde yaratılan öne sürülen insan hakları ve demokrasi adına yöneltilen eleştiriler, bu sefer sorunu uluslararası düzeye taşınmaktadır. Gerçekte, ülkede hakim kapitalist üretim tarzı ile bağlantılı işsizlik, yoksulluk, geri kalmışlık sorunları, artık emek-sermaye ekseninden uzaklaştırılmakta, etnik baskı veya ayrımcılık ekseninde ele alınmaktadır. Bu etnik vurgu, aynı konumda ve koşullarda olan ülkedeki çoğunluğa mensup kesimden olanların durumunu tümüyle göz ardı edilebilmektedir. Böylece uluslararası düzeye taşınan etnik sorun, bir taraftan soğuk savaş sonrasında artık geçersizliğini giderek yitiren komünizm tehlikesi yerine geçecek biçimde bir başka aba altından gösterilen sopa niteliğini taşır hale getirilirken, aynı zamanda aşağıda verilen tarzda emperyalist küresel hegemonyanın atlama taşı haline getirilir.

Etnik sorunun uluslararası nitelik taşıdığına ilişkin abartılardan biri de, aynı etnik grupların yerleşik olduğu iki komşu ülkede bu sorun yüzünden birbirleri ile uzlaşmazlığa düşmeleri, giderek aralarında bir savaş tehlikesine yol açabilmesi savıdır. Güya, Batı'da olduğundan farklı biçimde, Asya, Afrika, Ortadoğu ve Doğu Avrupa'daki savaşlar emperyalist kışkırtma ve ardından kitlesel katliamlara göz yumma sonucu değil, ama ile etnik sorunlardan kaynaklanmıştır. Bu sorunlar, esas olarak bir etnik sorun temelinde komşu ülkeleri karşı karşıya getirebilmektedir. Örneğin, Kürt etnik sorunu bağlamında Türkiye ve Suriye, Keşmir bağlamında Hindistan ve Pakistan, Bask bağlamında İspanya ve Fransa bir savaşın eşiğine gelebilmektedir.

Oysa, sözü edilen bölgelerdeki çatışmaların etnik sorun ile ilişkili bir sorun değil, ama esas olarak dış nedenlerden kaynaklanan bir kışkırtma sonucunda ortaya çıkmaktadır. Nitekim, Türkiye ve Suriye arasında, PKK faaliyetleri ile bağlantılı olduğu söylenen gerginlik, esas olarak Kürt sorunu ile ilişkili değildir. Öyle olsa idi, Suriye gibi, PKK lideri ve yandaşlarına Suriye ile aynı kapsamda ağırlayan Yunanistan ile Türkiye arasında yaşanan gerginliğin Kürt etnik sorunu ile bağlantılı olması gerekir. İlkinde, Türk ve Arap halkları arasındaki yakınlığın yeterli düzeyde olmayışı, tarihsel nedenlere bağlıdır ve bu esas olarak 1. dünya savaşında Arapların emperyalist kışkırtma sonucunda Osmanlı ve Türk hegemonyasına karşı emperyalistler ile işbirliği içine girmeleri nedeniyledir. Öte yandan Türkiye ve Irak, aynı etnik grubu barındırması dolaysı ile, sözü edilen olası gerginlik ve çatışma içinde olmaları gerekir ki, gerçek durum bunun tam tersidir. Türkiye, Irak hükümetinin verdiği olur doğrultusunda PKK yandaşlarının izlenmesi amacıyla sınır ötesi harekat yapmıştır. Irak, Türkiye'ye bu izni verirken kendi sınırları içindeki Kürt halkı ile bağlantılı olarak bir sorun yaşamayacağının farkındadır. Muhtemeldir ki, Kürt radikal hareketlerinin kendi vatandaşlarına sıçramamasını istemekte ya da Kürt sorununda bir dış kışkırtmanın aynı zamanda kendisi için de geçerli olabileceğini düşünmektedir. Her ne olmuşsa, birbirine komşu Türk ve Irak hükümetleri, Kürt sorunu ile işbirliği içinde hareket edebilmiştir.

Ama akademisyenlere ısmarlama olduğu çok açık çeşitli bilimsel (!) araştırmalar çerçevesinde, etnik sorunların komşu iki ülke arasında bir savaş olasılığına varan çelişkilere yol açabileceği üzerinde ısrarla durulmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu tür sahte gerekçeler, belli bir zaman sonra bizzat bu gerekçeleri geliştiren ve ileri sürülenler tarafından nereden kaynaklandığı unutuyor ve daha sonra kendi yalanlarına kendileri inanarak Irak örneğinde olduğu gibi gülünç durumlara yol açılabiliyor.

Etnik Sorunun Ele Alınışı

Küresel hegemonik anlayışta "etnisite" tanımı, ortak bir soydan gelme, nesilden nesle geçen tarihsel bağlara sahip olma, ortak kültürel özellikler (dil, din, gelenek, alışkanlıklar, günlük yaşam tarzları) ve bölgesel bağlara sahip olma yer alıyor; ama kuşkusuz bu tür etnik farklılıklar, a pirori bir ulus için zenginlik değil ama mutlaka bir zıtlık oluşturuyor olması gerekiyor! Çoğu zaman da bu zıtlık, maddi kaynakların paylaşılması çabası içinde ortaya çıkıyor; zenginlik ya da yoksulluk, yada kazanç veya kayıp. Faydacı yaklaşım, bunun dışında bir anlayışa imkan vermiyor. Kuşkusuz, bu kavramların temelinde, adı geçen ülke için zorunlu tercihinden kaynaklanan azgelişmişlik olgusundan hiç söz edilmiyor ve hatta bu farklılıkların aynı tüm diğer etnik grup içinde de aynı ölçüde çıktığı da göz ardı ediliyor. Sebebi ne olursa olsun, etnik sorunun ortaya çıkması için kaynak kullanma ve değerlendirme sonrasında zenginleşme ve yoksullaşma süreci gerekiyor. Sonuç olarak bir ülkede herhangi bir şekilde bir etnik sorun ortaya çıkartılıyor; daha sonra bu etnik sorun, bu ülkedeki siyasi sistemin kemirilmesi ve zayıflatılması için bir araç oluyor; o ülke içinde var olan etnik grupların, merkezi hükümet ile egemenlik çatışmasına girdiyi ileri sürülüyor. Sonrasında, komşu ülkeler arasında aynı etnik sorun bağlamında yaşanan sorunlar, zamanla iki komşu ülke arasında gerginlik ve savaşa yol açıyor, vs. vs.

Güya etnik sorun giderek uluslar arası önem kazana bir sorun haline geliyor, ülkelerin iç dengesinin istikrarsız hale gelmesine yol açıyor; örneğin, Yugoslavya'da olduğu gibi, söz konusu ülkelin birliğinin bozulması, zayıflaması ve tümüyle dağıtılarak sonunda yok olmasına yol açabiliyor. Ya da, Keşmir sorununda olduğu gibi, nükleer savaş tehdidine yol açacak düzeye tırmanabiliyor. Kısaca, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, Avrupa içinde bir Müslüman toplumun yok edilmesi amacı, ya da Hindistan ve Pakistan gibi iki az gelişmiş ve fakir ülkelerin emperyalist savaş sanayicilerine pazar oluşturması amacı göz ardı edilerek, sırf bu amaçlar ve buradan kalkılarak uzun vadede küresel hegemonya etnik sorun temelinde göz ardı edilmeye çalışılıyor.[i] Bununla da kalınmıyor, İsrail'in emperyalizmin küresel hegemonyası uğruna Filistin halkını yok etme çabası da sözü edilen "etnik çatışma" kapsamı içinde ele alınıyor. Güya etnik sorun, birçoklarında olduğu gibi, İsrail ve Filistin ülkelerinde de ABD desteğinde, Ortadoğu'da emperyalist mevzilenme değil, ama İsrail ve Filistin'in içinde yer alan çeşitli etnik gruplar ile bağlantılı olarak bu iki ülke arasında bir çatışması gibi masum bir çerçeveye sokulabiliyor.[ii]

İsrail Filistin çatışmasını etnik sorun içinde tanımlayan emperyalistlerin Kıbrıs'ta iki ayrı toplum içinde zorla "entegrasyon" formülü üzerinde durmaları dikkat çekicidir. Zira Kıbrıs'a nükleer silahlarla donanımlı ve Sovyetlere yönelik izleme ve dinleme açısından çok stratejik konuma sahip bir üs bulunuyor. Türk tarafı, ısrarla iki toplum arasında şimdiye kadar yaratılan düşmanlıkla bu kaynaşmanın artık mümkün olmadığı tezini öne sürüyor. İki etnik grubun, genel teamülün tersine burada bir araya getirilme çabaları, etnik değerlerin korunması değil, tersine yok edilmesi anlamını taşır. Bu, kutsanan etnik değerler açısından çifte standarttır. Ama bu belli ki, bir asimilasyon olmasa bile, adanın homojen bir üst niteliğini kazanmasına imkan verme anlamını taşımaktadır; çünkü ancak bu şekilde adada çok güçlü ve stratejik özelliğe sahip İngiliz üssü yararına Türk askerinin adadaki varlığı sorgulanabilir hale gelecektir.

Türkiye'de etnik gruplar alabildiğine var. Etnik gruplar, belirgin olarak farklı dili konuşanlar olarak tanımlanabilir. Gerçekte aynı dili konuşan farklı etnik grupların varlığı mümkün olmadığı gibi, tanımı gereği aynı etnik grup içinde farklı dil konuşulması mümkün değil.[xi] Türkiye'de en çok konuşulan Türkçe ve Kürtçe yanı sıra, bütün Kafkas dil ailesi içinde yer alan ulusların temsilcileri, irili ufaklı gruplar olarak yaşamlarını sürdürüyor. Türkiye, ilk çağlardan bu yana çeşitli medeniyetlerin yerleşimlerinin olduğu bir bölge olmanın yanı sıra, üç eski kıta arasında köprü olması nedeniyle göç yolları üzerinde yer alıyor. Bu çeşitlilikten kaynaklanan zenginlik içinde hiç bir başka ülkenin nasip olmadığı çeşitli dil ve kültür içinde yer alan ulusların yerleşimine tanık olmuş bir bölge. Bu şekilde, ülke içinde sayı her biri ayrı etnik grubu temsil eden 50'nin üzerine farklı dil ve lehçeler konuşuluyor.

Türkiye'de yaşayan etnik gruplar içinde en yaygın olanı, kuşkusuz Kürtler. Ülke nüfusunun yüzde yirmisini oluşturduğu söyleniyor. Türkiye'de yaşayan Kürt nüfusuna biraz daha yakından bakıldığında, Türkiye dışında yaşayan soydaşlarından farklı özellikler hemen göze çarpıyor. Bir kere, Türkiye'de dışındaki Kürtler, esas olarak Kürdi olarak bilinen dili konuşuyorlar. Türkiye'de yaşayanlar ise Zazaca ve Kirmanca olmak üzere iki ana dil grubunda yer alıyor. Zazaca, Kürlerin konuştuğu dilden tümüyle farklı bir dil, Kürtçe dil grubu içinde yer almıyor. Her iki dile ortak tek bir kelime bile yok.[iii] Bu açıdan Zazalar, Kürt etnik içinde sayılmıyor. Şimdiye kadar Kürdistan olarak gösterilen bölge, Zazaların yaşadığı yerleri içine alması bakımından ciddi bir hatayı içeriyor. Etnik temelde bir otonomi veya ayrılık söz konusu olduğunda, o zaman Zazalar bu otonom veya ayrı Kürdistan içinde etnik grup niteliğini kazanacak ki, bu kabul edilemez. Zazalar, ana dili Kürdistan olacak bir ülke içinde farklı dilleri ve kültürleri ile etnik azınlık olmaktan kurtulamayacak. Öte yandan Zazaca ve Kirmanca, kendi aralarında sırasıyla üç ve altı alt ayrı diyalektlere ayrılıyor. Bu alt diyalektlerde yer alan insanlar, iki yabancı için söz konusu olan biçimde gibi birbirlerini anlayamayacak ölçüde farklı dilleri konuşur. Bu durum, Kirmanca dil grubu içinde yer alan insanların, bölgesel ve kültürel farklılıklar içinde olduğunu gösterir. Kuşkusuz, bu etnik grup tanımlamasına aykırı bir durumdur. Öte yandan, Kirmanca dilinin bir eğitim dili olamayacağı söylenmektedir; Türkçe kelimelerle takviye edilmesi gerekir. Kuşkusuz, bu durum doğaldır; yerel ve etnik özellikler taşıyan Kirmanca, ekonomik, teknik ve kültürel dil olma vasfını kazanamamıştır.

Bütün bu söylenenlerden, en azından Kürt etnik ayrımının sağlam bir temele oturmadığı anlaşılır. Sorun, Kürt etnik varlığının kabulü bitmiyor; tersine böylesine eksik bir tanımlama, etnik sorunların sonu değil, başlangıcı; bir etnik grubun varlığının kabulü, aynı zamanda bu etnik grup içinde yer alan alt-etnik gruplar aleyhine yeni etnik sorunların yaratılması anlamını taşıyor.

Böylesine bir karmaşık "etnik yapılaşmanın" anlaşılması, güdümlü antropolojik yaklaşım ile değil, ama söz konusu toplumlara veri tarihsel gerçeklerin göz önünde bulundurulması ile çözülebilir ancak. Modernizmin ve aydınlanma düşüncesinin insanlığı topyekün yok olmanın eşiğine getiren Nazi anlayışının çizmesi altında ezilmesi, Batının kendi sorunu. Geliştirilen modernizm sonrası anlayışlar, bu sorunun üstesinden gelme çabası içinde hem Batı ideolojisi için sığınak, hem de onun meşruiyet kaynağı oldu. Bu bağlamda yaratılan yeni değerler, Batı için bir erdem oldu. Ama şimdi bununla kalınmıyor; aynı erdemlere Batılı olmayanlar için bir karalama, bir ideolojik baskı aracı niteliğini kazandırılmaya çalışılıyor.

Batılılara göre, Türkler, Kürt etnik varlığını kabul etmediler, Kürtlere asimilasyon uygulandı, okullarda Kürt dilini öğretmediler, radyo ve televizyon istasyonları kurdurmadılar, Kürtlere özgü isim kullanmaları engellendi, belli yerlerdeki Kürt isimleri değiştirildi, aksi davranışlar hapis ile cezalandırıldı, 11. yüzyıla dayanan zengin Kürt tarihi onlara öğretilmedi. Bunun yanı sıra, Kürtler Türkçe'yi tam öğrenemediler, bu onların sosyo-ekonomik fırsatlardan yararlanmalarını engelledi. 1950 ve 60'lı yıllarda belli bir gevşeme getirildi, ama daha sonra yeniden yasaklar geri getirildi. 1991 yılındaki Körfez Savaşı sonrasındaki bir gevşeme sonrasında yeniden baskı geldi, vs. vs. Bütün bunlar, modernite sonrası Batının kendisi için oluşturulan meşruiyet kılıfının bir yan ürünü olmaktan öte gitmiyor. Her zaman olduğu gibi Batı kendini kurtarmakla kalmıyor, faydacı bir anlayışla içinde bunu kendi emperyalist sömürüsü için bir araç haline getirmeyi beceriyor.

Bu pragmatist ve çıkarcı anlayış, diğer örneklerinde görüldüğü gibi, Kürtler hakkında da etnik baskı veya asimilasyon doğrultusunda ileri sürülen dükleri iddialarda kendini bariz olarak gösteriyor. Türklerin üniter devlet örgütlenmesi, Batı tipi demokrasilere aykırı bir durum değil. Bu devlet örgütlenmesini karşısına alan her türlü sınıfsal veya etnik tehdide karşı kendini savunması da kendi sınırları içinde bir o kadar meşru. Kuşkusuz bu meşruiyetini kullanma biçimleri sonuna kadar tartışılabilir; ama temelde bu meşruiyetini geçersiz kılmaz. İnsan hakları evrensel ilkelerinin izlenmesi kuşkusuz kaçınılmaz bir durum; ama, sınıfsal çelişkiyi baskı altına alması ne kadar meşru ise, etnik ayrımı gözetmeme özgürlüğü de o ölçüde varit. Bu, aydınlanmacı anlayış açısından sorgulanabilir, ama mahkum edilemez.

Kaldı ki, sınıfsal veya etnik ayrım açısından ele alındığında, Türkiye cumhuriyeti, ilkinde kuruluşundan bu yana getirdiği baskı ve yıldırma ile her zaman sorgulanabilir; ama aynı şey etnik sorun açısında geçerli değil. Tam tersine, etnik açıdan her zaman en zor durumlarda bile bağışlayıcı olan Türkiye Cumhuriyeti, sınıfsal muhalefete karşı Batı demokrasisini tehdit ettiği ölçüde yılmaz bir savaşçı olduğunu çeşitli vesilelerle göstermiştir.[vi]

Kürt etnik varlığının kabul edilmediği yanlış. M. Kemal, kurtuluş savaşını Kürtler ve onların temsilcileri ile omuz omuza gerçekleştirdi. Bunun karşılığında Kürtlere otonomi verme düşüncesindeydi. Ama yeni cumhuriyetin kurulmasından uzun bir zaman sonra bile henüz güney sınırı konusunda emperyalistlerle uzlaşma sağlanamamıştı. Yeni cumhuriyetin yol haritası, tüm etnik ve sınıfsal farklılıkların örtbas edildiği katı bir sıkıyönetim ve ardından Musul ve Kerkük'ün emperyalistlere terk edilmesi ile çiziliyordu. Bu yol haritasını emperyalistler çizmemişse şayet, onaylamış olduğu kesindir. O günün koşullarına bakarak onaylamaktan öte, bunu yeni cumhuriyet önderlerine empoze ettiği de rahatlıkla söylenebilir. Sonuç olarak İngiltere, Kürtlerin etnik varlıklarını bu bölgedeki petrol uğruna göz ardı etmişti. Hiç kuşku yok ki, o zaman bu durum, otonomi konusunda sıkıntılı olan yeni cumhuriyet taraftarları kadar İngilizlerin çıkarlarına en uygun olan yöntemdi.

Kürtlere karşı asimilasyon ve sonrası için söylenenler de geçerli sayılmaz. Uzun yıllar süren savaşlardan çıkan yeni cumhuriyet, bir de Osmanlı borçlarını ödeme durumunda bırakıldı. Türkiye, uzun yıllar boyunca, değil bir etnik azınlık dilini öğretmek, kendi resmi dilini öğretecek kaynağa sahip olamadı. Kaldı ki, bugün pratik olarak böyle bir eğitimin olasılığı kuşkuludur; zira konuşulan Kürtçe dilinin eğitim dili olarak kullanılmasının güç olması yanı sıra, Kürt etnik grubu için hangi dilin geçerli olabileceği de belli değildir. Aynı durum, göreceli olarak doğu bölgelerinin ekonomi için de geçerlidir. Ama bunun bugün bile böyle olmasının nedeni, başlı başına merkezi otoritenin tercihi değildi; bunda büyük ölçüde kapitalist Pazar sistemin yasaları etkili oldu. Türkiye bugünkü konumundan on katı zengin bile olsa, serbest piyasa ekonomisinin yasaları nedeniyle batı ile doğu bölgeleri arasındaki fark yine aynı çarpıcılığını korurdu.

Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi ve insan hakları bakımından belirli özellikler gösteren çeşitli aşamalardan geçti. Ama bu aşamaların hiç birinde hakim burjuvazi Türk işçi sınıfına karşı sürdürdüğü yoğun sömürü ve baskı rejimini gevşetmedi. Kürt etnik sorununun PKK tarafından sıcak savaş düzeyine getirildiği dönem dışında Kürt halkı, özel olarak kendi dışına halkları dışlayan özel olarak bir etnik sorun yaşamadı. Kimi zaman Kürtler, bu tür baskıları en ağır yaşayan kesim olmaktan kurtulamadı. Bu durum, onların etnik grup olmasından değil, tam tersine onları bir etnik grup vasfını kazandıran bir durum oldu. Kürtler, kendisi ile aynı kaderi paylaşan diğer haklar gibi, merkezden uzak konumda yer aldılar. Kapitalist sistemde bu, olası refah ve kalkınma olanaklarından asgari düzeyde yararlanma anlamını kaşımaktaydı. Bu durum, Kürtleri kapitalist gelişme sürecine katılmalarını geciktirdi. Süregelen görece geri kalmışlık ve yoksulluk, onları zamanla bir halk hareketi olarak diğer kesimlerden faklı bir bilinçlenmeye itti.

Bu bilinçlenme, Kürtlerin Türkiye'de sol hareket içinde diğer kesimlere kıyasla daha yaygın bir şekilde katılmalarına yol açtı. Başından beri Türk komünistleri ile birlikte mücadele ettiler. Başlangıçta bu mücadele içinde etnik iz baskın olmadı.

60'lı yıllarda birlikte, Kürtlerin de katıldığı sol hareket kitlesel nitelik kazandı. Türk ve Kürt emekçilerinin kapitalizm altında karşı karşıya kaldığı zor koşullar yükselen sol hareket ile birlikte gün ışığına çıktı. Kürt haklı ile birlikte, tüm emekçi kesimlerinin koşullarını gün ışığına çıkartan, Marksist sol eylem oldu.

Bundan sonra art arda Türk sol hareketine karşı yöneltilen askeri darbeler dönemi yaşandı. Türk Marksistleri kitlesel olarak tutuklandı, sorgulandı, aralarından idam edilenler oldu. Burjuvazinin uzun bir döneme yayılan ve bu karşı saldırısı sonucunda Marksist hareket büyük bir darbe yedi.

Batılılar, bu harekete genellikle seyirci kaldılar. Ama Türkiye'de bundan sonra filiz veren sözde "etnik sorun" ile ilgili gösterdikleri duyarlılıkları onlar için bir anlamda timsahın gözyaşlarıydı. Oysa, uzun süren bir suskunluk döneminden sonra Türk ve Kürt komünistleri, diğer etnik gruplar ile birlikte aynı çatı altında, ama demokrat ve sosyalist toplum uğruna omuz omuza mücadele vermişti. Dahası, burjuvazinin Marksist sola karşı öne sürdüğü gerekçelerden biri de Kürt etnik sorunu bağlamında öne sürülen bölücülük suçlamasıydı. Marksist sol, bir bakıma halkların kendi kaderini tayin etme ilkesini benimsemesi nedeniyle töhmet altında kalmış, burjuvazi, Marksist sola karşı onun kendi programı içinde yer verdiği halkların kurtuluşu için mücadele şiarını bahane yapmıştı. Parti programında bu şiarı ön plana çıkartan siyasi hareket, bu gerekçeye dayandırılarak sıkıyönetim yetkililerince kapatıldı.

Bundan sonraki dönemde Kürt radikalleri, esas olarak "Marksist" ilkeler doğrultusunda örgütlendi ve faaliyetlerini sürdürdü. Çoğunluğunu Kürt asıllılarca oluşturulan gruplar bile, ne kadar Kürt halkını motif olarak kullanmışlarsa da, kendilerini etnik temele dayalı milliyetçi hareketten çok Marksist-Leninist çizgide gördü.

Bu durum, oldukça anlamlıdır. Batılılar muhtemelen ya bunu görmezden gelmişler, ya da son aşamada Türkiye'deki Kürt hareketine bağlamında resmi otoritelerin çizgisini bu nedenle benimsemişlerdir. Oysa Irak'taki C. Talabani ve M. Arzani önderliğinde Kürt milliyetçileri, PKK'dan farklı olarak tam anlamıyla Kürt milliyetçiliği esasını benimsemişler, bununla da kalmayarak, PKK'nın farklı olarak bağımsız Kürdistan devleti yerine otonomi veya Irak'a bağlı federatif bir yapılanma öngörmüşlerdir.

Çok açık ki, PKK'nın Irak'taki soydaşlarından farklı bir yol izlemesi üzerinde durmak gerekir. Diğerlerinin yanı sıra, bunun en temel nedenleri arasında, Türk sol hareketinin Kürt halklarının kurtuluşu uğruna uzun yıllar boyunca vermiş olduğu uğraş yatar. Gerçekte bunu daha açık bir biçimde şu şekilde tanımlamak mümkündür: Günümüz koşullarında kapitalist sistemin son anlarını yaşadığı koşullarda halkların kurtuluşu, onların ulusal birliklerinin oluşturulması uğruna yapılacak ve esas olarak demokratik hakların elde edilmesine yönelik mücadele ile değil, ama emek ve sermaye çelişkisi çerçevesinde işçi sınıfının kaderi ile ortaklaşa verilecek mücadele ile sağlanabilir. Bu doğrultuda, Türkiye'de şimdiye kadar bu doğrultuda verilmiş mücadele ve edinilen deneyimler, bunun bir gerçeklik olduğunu ortaya koymaktadır.


____________________

[i] Sözü edilen araştırma sonucunda, dünyada olası bir sınır savaşına dönüşebilecek 80 ayrı etnik sorun var. Bu demektir ki, ABD ve müttefikleri, 80 ayrı hassas bölgede fiili güç bulundurma planlaması yapmayı planlıyor. Avrupa'nın gözleri önünde Bosna halkına karşı girişilen katliam, bu bölgede ABD birliklerinin konuşlanması ve Güney Avrupa ve Balkanlardaki kontrolü eline alması ile sonuçlandı. ABD, etnik sorunları uluslararası düzeye çıkartabildiği ölçüde dünya üzerinde fiili hegemonyasını kuracak demektir.

[ii] Bir başka deyişle, etnik grupların dil unsuru ötesinde parametrelerle tanımlanması boşuna bir çaba.

[ii] Etnik ayrım için dil değil, dilin diyalekt veya aynı dil ailesinde yer alan alt gruplar bile belirleyici oluyor. Buna en iyi örnek, Gürcü ve Megrel (Lazca olarak bilinir) dilleri. Her iki dilde farklı ağızlarda söylenen aynı kelimeler yer aldığı gibi, söylemleri bile aynı olan kelimeler çok yaygındır. Bilindiği gibi, birbirine böylesine yakın coğrafi, dil, din, vs. yakınlığı olan iki ulus arasında husumet yaratıldı ve uzunca bir süredir çatışma içinde oldular. Burada emperyalizm, bu sefer farklı tavır sergileyerek hakim ulus olan Gürcülerden yana tavır sergiledi.

[iv] Ulusal kurtuluş mücadelesine destek vermek için yola çıkan M. Suphi ve 15 arkadaşının hunharca katledilmesinden başlayarak günümüze kadar komünist harekete karşı sürdürülen baskı ve zulümler buna tanıklık ediyor.