BÖLÜM V

Küreselleşme ve Ulusal Devlet

Tekelci devlet kapitalizmi, ABD’de daha en başta yaşlı kıta ülkelerinden farklı nitelendirilebilecek bir yol izledi ve bugüne geldi. ABD’de hemen hemen hiç bir zaman devletin bir “sosyal” işlev üstlenmesi gerekliliği göz önünde bulundurulmadı. Ama daha çok kendine özgü tarzda bir profesyonellik ve faydacılık işlevi üstlenerek ABD’nin önde gelen sermaye kesimlerinin doğrudan hizmetinde ve ondan çok daha az bağımsız nitelik kazandı. Esas olarak da, kapitalist egemenliğin pekiştirilmesinde ve emek sermaye çelişkisinde sermayenin yanında yer alan bir güç oldu. Bunun yanı sıra, sermayenin Avrupa’ya kıyasla çok daha yoğun bir birikim düzeyine ulaşmış olması ile, ekonomi veya sanayide devlet tekelleri, ya da istihdam yaratma açısından kamusal alanların oluşturulmasına hiç rastlanmadı. Bu profesyonelce yaklaşım sayesindedir ki devlet, sermaye için çok daha yararlı oldu. Bu niteliği ile sermayenin işçi sınıfına uyguladığı baskı ve şiddet, bütün Avrupa ülkelerinde olduğundan çok daha kapsamlı ve emeğin sömürüsü ise çok yoğun oldu. Bu bakımdan ABD’de insan hakları ihlallerinin sıradan olay olması hiç rastlantı değil.

ABD, kendi modelini tüm diğer kapitalist “alt-metropol” ülkelere öneriyor. Avrupa’da bunu Teacher döneminde çekilen büyük sancılar pahasına uygulamaya sokan ilk ülke İngiltere oldu. Şimdi İngiltere, aynı uygulamayı tüm Avrupa ana karası içindeki uygulamalar için öğreticilik yapıyor. İngiltere’de de olduğu gibi Fransa ve Almanya’da da (ve diğer gelişmiş kapitalist ülkeler ile birlikte Türkiye’de de) deregülasyon uygulamasının öncülüğünü sosyal demokrat hükümetler yaptı. Ama hiç kuşku yok ki, onlar da İngiltere gibi şimdiden yürürlüğe soktukları sosyal devlet uygulamasına son verecekler. Aksi taktirde, bunalımdan kurtulamayacaklar veya kapitalizmin dünya çapındaki savunucusu ABD’yi karşılarında bulmaya devam edecekler.

Devlet Niteliğinin Değişmesi

Deregülasyon, ilk bakışta devletin küçültülmesi aracılığı ile sosyal devlet niteliğinden arındırılması ve gözden düşürülmesi olarak algılanabilirse de, bu tür bir değerlendirme yanıltıcı olur. Devlet küçültülmektedir; bu kesin ve ayrıca devletin sosyal işlevine son verilmekte, bu tür işlevler esas olarak sermayenin egemenliğine açılmakta ve onun kâr amaçlarına alet edilmektedir. Bunlar doğru, ama devletin gözden düşürülmesi kesinlikle söz konusu olmamaktadır. Deregülasyon ile yalnızca devletin sermaye tarafından daha yakın kontrol ve hakimiyet altına alınması sağlanmakta, bunun için de onun zaman zaman kendisine karşı olabilecek bağımsızlığına, yani esas olarak devleti oluşturan asalak orta sınıfların kendi ekonomik çıkarlarını diledikleri gibi savunma özgürlüklerine son verilmektedir. Böylelikle sermaye, devletin tekelci devlet kapitalizmi dönemindeki işlevleri nedeniyle çok fazla büyüyen bu kesimin sahip olduğu görece siyasi bağımsızlık aracılığı ile elde ettiği artı değer de el koymuş oluyor.

Tabii, burada sosyal devletin işlevinin yeri nasıl doldurulacağı akla geliyor ve gerçekte de kara Avrupa’sı ülke yöneticilerin de hala daha ayak direttiği hususların başında bu geliyor. Doğallıkla, devletin küçültülmesi, kendi gerekçesini tekelci devletin bu şekilde serbest rekabetçi anlayışta bile ekonomi düzenleyici rol alacak seviyede büyümesinde bulabiliyor ki, kimi zaman bu büyüme sermaye için artık dayanılmaz seviyelere çıkabiliyor. Bu tür büyüme, çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerde güdümlü, korporatist ve hatta faşist yönetimlerle birlikte en üst düzeye çıkabiliyor. Bu gibi durumlarda kapitalist sistem doğal mecrasından çıkıyor ve çok tehlikeli gelişmelere gebe hale gelebiliyor. Bu mantık, devletin küçültülmesi gerekçesi olarak yaygın bir biçimde kullanılıyor. İkinci olarak, tüm dünya çapında kâr oranlarında azalma eğilimi, tekelci devlet içinde sayı ve etkinlikleri giderek artmakta olan geniş bir “asalak” kesim ile artı değerden pay vermeye temellendirilmiş tarihi ittifakın için yolun sonunu gösteriyor. Deregülasyon, bu sınıfların önemli ölçüde çözülmesini içeriyor.(i) Orta sınıf, tanımı gereği sermayenin el koyduğu artı değere ortak oluyor. Bugün deregülasyon konusunda tereddüt geçiren, ama içinde bulunduğu ekonomik bunalımda kuşkusuz devletin sosyal hizmet işlevleri için çok büyük fonlar ayırmasını gerektiren ülkelerde bu ortaklığın eninde sonunda bitmesi kaçınılmaz oluyor. Yoksa, bir bütün olarak kapitalist sistem, tarihi nitelikte durgunluktan çıkma başarısını gösteremiyor.

Üçüncü, ama önemli bir faktör olarak, sermayenin uzunca bir dönemdir içine girdiği, ama artık toplumun her alanında insan yaşamının bir parçası haline gelen sonuçlara yol açan uluslararasılaşma sürecinde ulusal devletin göreceli bağımsızlığının kabul edilemez düzeye geldiği görülüyor. Bunu en açık bir şekilde, “yabancı sermayenin yatırım yapmak istediği bir ülkede karşılaştığı bürokratik engeller” tanımlamasında görmek mümkün. Burada engel, tümüyle çıkar yerine geçiyor. Yabancı sermaye, bir ülkeye girmek istediğinde, karşısında pay alma çabası içine giren muazzam bir ulusal devlet ile karşı karşıya kalıyor. Oysa ki, bu yatırım içinde ulusal devletin hemen hemen hiç bir işlevi kalmamış durumda. Örneğin, Türkiye’de, yabancı sermayenin ulusal devletten beklediği hiç bir hizmet yok. Ama, yığınla bürokratik engel ile uğraşması, bir başka ifade ile, ulusal devleti oluşturan “asalak” kesimlere pay vermesi gerekiyor.

Orta Sınıfın Çözülme SüreciUlusal devlet, kimi zaman küreselleşme, yani sermayenin uluslararasılaşmasına engel nitelik kazanabiliyor. Çok uluslu şirket, McDonals’a karşı, Fransız “ulusal sermayesi” ünlü çiftçileri J. Bove öncülüğünde mücadele veriyor. Tüm Avrupa’da yükselen neo-faşizm, uluslararası sermayenin işgücü ordusunu oluşturan göçmen işçilere karşı saldırıya geçebiliyor. Avrupa'da neo-nazizm, devletten, daha doğrusu devleti oluşturan “orta sınıftan” destek görüyor. Çünkü çıkarları, kendi varlığına kasteden uluslararası sermayeye kaşı. Avrupa’daki neo-nazizmin Alman Nazizmi ile uzaktan yakından ilişkisi yok. Alman veya İtalyan nazizmi, tekelci devlet kapitalizmini temsil ediyordu. Şimdiki naziler ise, uluslararası sermaye karşı direnen orta sınıfı temsil ediyorlar.

Orta sınıf, uluslararası sermayeye karşı direniyor. Sermayenin azalan kâr oranları, artık sermayenin elde ettiği artı değerden işçi sınıfına karşı ayakta kalması için bir başka sınıf ile işbirliği yapmasına olanak vermiyor. Uluslararası sermayenin tekelci devlet kapitalizmi çerçevesinde orta sınıfı oluşturan bürokrasi ile artık yolları ayrılıyor. Eskiden, geniş bir orta sınıf içinde yer alan ve orta sınıflar gibi, bir üretim aracı sahibi olmamasına karşın, çıkar ve beklentileri kapitalist sermaye ile çakışan ve bu nedene “küçük burjuva” olarak da tanımlanan ve bizde bilinen şekliyle, küçük esnaf, serbest meslek sahibi, vs. gibi ara sınıf ve tabakalar da bu değişimden payını alıyor ve hızla işçi sınıfı ile aynı koşullar altında proleterleşmeye yüz tutuyor. Eskiden kendi küçük mülkiyeti içinde çıkarları kapitalizmin genel çıkarları doğrultusunda olan, bakkal, kasap, manav gibi küçük esnaflar, artık işyerlerini kapatıp büyük marketler zincirinde, tekstil veya konfeksiyon sektöründe, proletarya sınıfına katılıyor.

Sermayenin, artık kapitalist toplum içinde üretilen artı değerin-rantın hiç bir şekilde bir başka sınıf ile paylaşmak istememesi ya da, paylaşmasının mümkün olmaması ve bunun sonucunda orta sınıfın hızla çözülmesi, işçi sınıfının yakın ve uzun vadeli çıkarları ve onun yeni bir toplumun kuruluşu hedefi açısından ne gibi sonuçlara yol açar?

Bu soruya daha somut bir biçimde yanıt vermek için, Türkiye ile ilgili somut bir örneği ele alalım: Türkiye’de yüksek fırın ile demir cevherinden demir üreten üç ayrı entegre tesis var. Bunlar, Erdemir, İsdemir ve Kardemir. Bu tesislerin gerek ekonomik açıdan ve gerekse sağlanan istihdam açısından ülke ekonomisi ve kamu sektörüne çok tipik örnekler. Erdemir özel yasa ile kurulmuş. Yabancı hissedar döneminde etkin ve özerk yönetimin olduğu bu kuruluş, daha sonra tümüyle kamu etkisi altına girer. İsdemir’in kuruluşunda işyerinde “sınıf sendikacılığı” sloganını şiar edinmiş bir sendika, işveren-devlet ile mücadeleye girer, uzun süren grev, asker müdahalesi ile çözülür, bunun yerini sarı sendikalar alır. Kardemir ise ülke kalkınmasına onca katkısı sonrasında eskir yenileme olmadığı için ve uzun yıllar önce verimli olmaktan çıkar.

Her üç örnekte de devlet, esas olarak salt onu oluşturan –orta sınıf- çıkarları doğrultusunda her üç tesisi de adeta içini boşaltarak yok olmanın sınırına getirir. Erdemir’de, sahip olunan görece özellik, yüz milyonlarca dolar borcun ödenmesi koşuluyla, tesisin ayakta kalmasını sağlayabilir, İsdemir’de halkın vergileri ile karşılanan onca zarar sonrası özelleştirilir ve Kardemir’de ise devlet, aynı kaçınılmaz son ile yüzleşmek durumunda kalır, 15 bin olan ve tümüyle siyasi çıkarlarla işe alınan çalışan sayısı hala daha yüksek olan 4 bin seviyesine düşer. Karabük ve İskenderun tesislerinin devlet bütçesi için kara delik olduğu zaten biliniyor. Erdemir’in de kapsamlı bir yenileme yatırımları nedeniyle çok büyük bir yabancı borç yükü altında bulunmaktadır ve ciddi bir kriz bu tesis için çok ciddi sorunlara yol açabilecektir. Ama zengin ülkelerden çevre ve insanlık için çok pis olan bu tür tesislerin tasfiye edilmesi süreci sayesinde bu tesislerin bir nebze olsun ayakta kalma şansı vardır.

Devleti oluşturanların kendi çıkarları doğrultusunda tüm ülke için tam bir bela haline getirilen bu tesisler örneğinde devletin göreceli bağımsızlığının hangi düzeye varabileceği ve hatta tüm ekonomi için bir felakete yol açılabileceği açıkça görülmektedir.(ii) Bu tesislerin özelleştirilmesi, tek başına işçi sınıfına saldırı olarak nitelenemez. Bir saldırı varsa, bu esas olarak işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile elde ettiği haklara yapılan bir saldırıdır. Ama bu saldırı durup dururken yapılmadı. Gerçi, işçi sınıfının böyle bir saldırıya açık bırakılmasında en büyük günah, bir zamanlar sınıf sendikacılığını savunarak ekonomik mücadelenin aynı zamanda sınıf mücadelesi ile birlikte yürütülmesini gerektiğini savunan, zamanla bu elde edilen başarılardan başı dönen ve sınıf mücadelesini terk ederek ekonomist sapma içine girenlere ait. Ama bu saldırının aynı zamanda burjuvazinin orta sınıfa karşı saldırısının bir sonucu olduğunu da görmek gerek. Çünkü özelleştirme kapsamına alınan kuruluşlar tümüyle ya kamu kuruluşu niteliğinde, ya da kamu ortaklığında olan kuruluşlar.

Bu kuruluşlar, zamanında Türkiye’de kapitalizmin oluşturulması ve yaygınlaştırılması amacıyla kuruldu. Esas olarak Türk sermayesi yararına hammadde, enerji, vs. sağlama işlevini başarıyla gerçekleştirdi. Kamu iktisadi kuruluşları, bu asli işlevlerine karşın, her zaman bir devlet kuruluşu olma niteliğini kaybetmedi. Türkiye’de kapitalizm için kaynak oluşturma niteliklerinin yanı sıra, aynı zamanda devlet ricalinin hizmetinde oldu. Bu kuruluşlarda yer alan bütün çalışanlar, kimi zaman doğrudan, kimi zaman da siyasi amaçlarla devleti oluşturan orta sınıflara hizmet verdi. En alt kademelerdeki çalışanlarına kadar patronaj sistemine tabi oldu.

Ama zamanla, Türkiye burjuvazisi gelişti, serpildi ve artık uluslararası sermaye ile iç içeliğini geliştirdi. Kamu kuruluşlarının hizmet verdiği, esas olarak büyük sermaye yatırımları gerektiren enerji, hammadde gibi faaliyet alanlarına girebilecek olgunluğa erişti.

Kuşkusuz, sermayenin artık kendisi için kar getirecek her alana girme durumunda oluşu, bütün bu süreci başlatan temel unsur olmuştur. Başlangıçta tekelci devlet kapitalizmi, devlete tümüyle burjuvazi adına görevler yüklerken, aynı zamanda da bunun karşılığında görece özerkliğe kavuşmuş olmaktaydı. Ama ne var ki, azalan kârlar yasası acımasız bir biçimde kendini daha da belirgin bir biçimde gösteriyor ve sermaye artık tedbiri elden bırakıp, orta sınıfla kurduğu bu ittifakı bozma pahasına, orta sınıfla olan birlikteliğine son verme durumunda kalıyor.

Bütün bu gelişmeler karşısında, işçi sınıfının uluslararası sermayenin devlet ile tarihi ittifakını bozması konusunda takınacağı tavır, yine en başta belirtilmiş olduğu gibi, esas olarak orta sınıflara karşı takınacağı tavır ile belirlenmelidir. Ama bir farkla ki, orta sınıfın esas olarak sermaye sınıfına karşı konumunda temelli bir değişiklik yaşandığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Tarih boyunca orta sınıflar, burjuvazinin iktidarı için temel oluşturmuştur. Ama öyle anlaşılıyor ki sermaye, içinde bulunduğumuz küreselleşme aşamasında ulusal sınırlar içindeki iktidarını orta sınıf ile yapacağı kaçınılmaz uzlaşmaya temellendirmek istemiyor. Bu işbirliğine katlanamaz duruma geldi. Bu ittifakın getirdiği sınırlamalara katlanmak, maliyetini karşılamak istemiyor. Bu gelişme karşısında orta sınıflar, sermeyenin sınıf egemenliğini oluşturma karşılığında elde ettikleri rantı kaybediyor, ya bir üst sınıfa atlama çabası içine giriyor ya da kaçınılmaz sonuna doğru adım atarak hızla proleterleşiyor. Son zamanlarda, orta sınıfın işçi sınıfını aratmayacak kararlılıkla sokaklara dökülmesi bunun bir kanıtı niteliğinde.

Sınıf tavrı, eskiden olduğu gibi, ama işçi sınıfının uluslararası sermayenin izlemiş olduğu yolda kendisine artık ihtiyacı kalmadığı, kendisine ayak bağı olan ve ondan kurtulmak istediği bir müttefikine karşı takınacağı tavır olmalıdır. En azından işçi sınıfının takınacağı tavır ne olursa olsun, devletin küçültülmesi ile bağlantılı olarak, uluslararası sermaye ile artık onun kurtulmak istediği devlet ve onun çevresinde kümelenen orta sınıf arasındaki bir hesaplaşma olduğunu bilmelidir.(iii)

Son olarak devletin küçültülmesine karşı olarak kamusal mülkiyetin korunması gerekçesini ileri sürenlere şunu hatırlatmak gerek: Sosyalizmin kuruluşunun daha sermayenin egemenliği altında başlayabileceği görüşünden hareketle kapitalist devlet eliyle yapılmış olsa dahi, her türden devletleştirmenin olumlu sayılabileceği, bunun aksine gelişmelere karşı çıkmanın gerektiği ham hayal olduğuna ilişkin Marksizm klasikleri arasında sayısız örnekler var. Lasssale’ci devlet sosyalizmi görüşü ile ilgili olarak Engels, “Sosyalizmin Ütopyadan Bilim Haline Gelişimi adlı yapıtında şöyle yazıyordu: “... devlet mülkiyeti biçimine dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz... Modern devlet yine yalnızca gerek işçilerin, gerekse münferit kapitalistlerin saldırısına karşı kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını devam ettirmek için burjuva toplumu görünümünde bir örgüttür. Biçimi ne olursa olsun modern devlet, esasta kapitalist bir aygıttır, kapitalistlerin devletidir, düşünsel olarak adeta bir kapitalistler bütünüdür. Ne kadar çok üretici gücü kendi mülkiyetine aktarırsa, o kadar daha vatandaşı sömürür. İşçiler, ücretli işçi, proletarya olarak kalırlar. Sermaye ilişkisi kaldırılmış olmaz, tam tersine daha ziyade belirginleştirilmiş olur...”

Devlete karşı çıkan her türlü eylemin kınanması, kamusal alanların korunması, toplumsal mülkiyetin savunulması gibi devletin sınıfsal niteliğini göz ardı ederek her ne şekilde olursa olsun savunanlara da Lenin şu yanıtı verir: “...bürokratik aygıtın çeşitli burjuva ve küçük burjuva partiler arasında her “yeniden dağıtımında” burjuva toplumunun tümüyle olan ertelenemez düşmanlıkları daha açık bir biçimde kendinin gösterir... devrimci proletaryaya karşı baskıyı artırma, bastırıcı aygıtı, yani devlet makinesini güçlendirme zorunluluğu bundan doğar. Olayların bu akışı devrimi, devlet iktidarına karşı bütün tahrip güçlerini toplamaya zorlar; ona devlet makinesini düzeltme değil, tersine kırma, parçalama görevi yükler.”(iv)
_________________

(i) Öteden beri söylenen, Avrupa işçi sınıfının kapitalizmin emperyalist kârlardan pay aldığı masalının tutarsız olduğuna bir kere daha değinmek gerekiyor. Avrupa’da genel olarak ücretlerin yüksek olduğu görüşü, Avrupa işçi sınıfının mücadele düzeyi ve görecelilik kavramlarını dışlıyor. Avrupa’da işçi sınıfının çok daha örgütlü ve mücadeleci olmasına karşın, örneğin, Türkiye’dekinden daha yoğun bir sömürü oranı olduğunu söylemek mümkün. Ama, sınıf hareketinin burjuvazi için yarattığı tehlikeyi değerlendirirken, Avrupa sermayesinin bu mücadelede kendisine yandaş olan orta sınıfların varlığına değinmek gerekiyor. İşte Avrupa sermayesinin emperyalist kârlarını asıl kullandığı yer burası olmalıdır. Avrupa sermayesi, boşuna devlet kadrolarını oluşturan bu ara sınıfı beslemiyor: böylelikle sınıf hareketi, sermayenin işçi sınıfından duyduğu korku yüzünden oluşturduğu devlet içinde kümelenmiş geniş bir “orta sınıfı” karşısında buluyor. Bu karşıtlığın, temelde “ideolojik” olduğunu, orta sınıf toplumu anlayışının tüm sınıf ve tabakaları olduğu kadar, işçi sınıfını da esas olarak bir ideoloji olarak kuşatmakta olduğunu da eklemek gerek.

(ii) F. Engels, hakim sınıfların çıkarlarının temsilcisi konumunu üstlenen devletin zamanla bu konumu itibarı ile hakim sınıflardan göreceli bağımsızlık elde ettiği, bu göreceli bağımsızlık ile artık neredeyse tümüyle kendi taraftarlarına orta sınıfa hizmet eder hale geldiğini, bunun zaman zaman bütün bir ülke ekonomisini iflasın eşiğine getirebilecek kadar ciddi seviyelerde olabileceğine işaret ediyor.

(iii) Lenin, bürokrasi ve sürekli ordunun burjuva toplum gövdesi üzerindeki “asalaklar” olduğunu söyler (V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, Bilim ve Sosyalizm, Yay., 3. Baskı, s. 35.) Lenin, devleti oluşturan kesimlerin (biraz ileride, büyük burjuvazinin yanına çekilmiş ve onu bağımlılaştırılmış küçük burjuvazi olarak tanımlıyor) asalak olduğu görüşünü kabul etmeyen ve bunu anarşist görüş olduğunu ileri süren oportünistlerin (Kautsky), yurt savunması adı altında “sosyal şovenizm” batağına saplandıklarını belirtir. Lenin, bu tavrın, küçük burjuva kesim için son derece elverişli olduğunu söyler. Aynı durum burada da tamamen doğrudur: Zarar eden ve bütçeye muazzam yükler getiren devlet kuruluşlarının kapatılması ile sermaye partilerinin yandaşlarından oluşan “asalak” kesimlerin işinden olmasını “sınıfa saldırı” adı altında isyan edenlerin, Lenin’in dediği gibi, “yurt savunması” adı altında emperyalist savaşı haklı gösterenlerle aynı kaba koymak gerekir!

(iv) V. İ. Lenin, a.g.e., s. 36.