BÖLÜM VI

Etnik Kışkırtma ve Kürtler


Düşünce biçimleri, kaçınılmaz olarak içinde bulundukları çağın geleneksel eğilimlerine tabi olur. Batı’da İngiltere dışında on dokuzuncu yüzyıl, ulusların oluşumu yada aynı soydan gelen halkların birliğinin tamamlandığı dönemi simgeler.[i] Yirminci yüzyıl ile birlikte emperyalizme geçiş dönemi başlar. Aynı çağ, buna koşut ulusal kurtuluş hareketlerinin başladığı dönemdir. Bu dalga öylesine etkilidir ki, asırlar boyu sürdürülen talan ekonomisine dayalı bir toplum olan Osmanlıları bile önüne katıp süpürebilmiştir. Ama, bir önceki yüzyılda olduğu gibi, kurtuluş hareketlerinde de öncülüğü ulusal burjuvazi yapacaktı.[ii] Bir yüzyıl böyle geçti. Ama hala daha dünyanın dört bir yanında ulus devletler içinde, kendilerini şu yada bu biçimde farklı bir etnik kimlik içinde görebilen unsurlar var olmaya devam ediyor. Bu istisnasız bütün ülkelerde böyle. Çünkü burjuvazinin uluslaşma hareketi, hiçbir zaman bir asimilasyonu içermiyordu. Tam tersine, böyle bir anlayış ulusal birliğin oluşturulmasına imkan vermezdi. Öte yandan on dokuzuncu yüzyıl bonapartizmi ve yirminci yüzyıl faşizmini bundan ayırmak gerekir. 1848 ve 1871 yıllarında burjuvazisin işçi sınıfına uyguladığı katliamlar, ve Avrupa’da kapitalizmin bunalımı karşısında burjuvazinin başvurduğu faşizm ve Yahudi ırkını karşı uyguladığı soykırım, gerçekte ilkinde Fransa ikincisinde ise başta 1923 Almanya ve 1926 İngiltere işçi sınıfı devrimi ve tüm Avrupa’yı derinden sarsan işçi sınıfı hareketlerine karşı burjuvazinin var olma mücadelesiydi ve başvurabileceği en son uğrakları anlatmaktaydı.

Yirmi birinci yüzyıl işlerken yepyeni bir durum ile karşılaşıyoruz. Bütün bir yüzyıl boyunca, bir ulus içinde yer alan çeşitli halklar, birden bire hakim ulus ve tabi ulus olarak ikiye ayrıldı. İlk önce azınlık olarak tanımlanan kesim, daha sonra ezilen halklar niteliğini kavuştular. Kuşkusuz, bu tür ayrım Avrupa ve K. Amerika gibi metropol ülkelerin dışında, esas olarak Asya, Afrika ve G. Amerika ülkeleriydiler. Böyle olunca, sömürge ilişkileri içinde olmaları nedeniyle yaşanan sıkıntılar, nedense hakim ulusun bu ezilen halklara karşı uyguladığı sömürü ve bunun sonucu her türlü baskı biçimine dönüşüverdi. Bu ülkelerde temel çelişki olarak hakim sermaye ve sömürülen emek yerini artık hakim ulus ve sömürülen halklar almaktaydı.

Bütün bu olup bitenleri daha iyi anlamak için biraz geriye gitmek gerekiyor, ikinci paylaşım savaşı sonrası dönem ve daha sonraki gelişmelerin ele alınması gerekiyor.

Batılı güçler, faşizmin saldırısını engelleyen ve dünyanın kurtarıcını niteliğini kazanan Sovyetler Birliği'nin yayılmasını engellemek için demir perde kavramını ortaya atarlar. Bu, gerçekte ilk aşamada bütün sosyalist sistemi karşı her alanda izolasyon uygulamak, ikinci aşamada da gerek sosyalist sisteme yönelik ve gerekse Batı dünyasında yoğun bir anti-komünizm propagandası olarak yürürlüğe sokulur. Bu izolasyon gerçekten başarılı olur. Sovyetler, bütün dünyanın gözünde başarı ile öcü devlet haline getirilmiş, Batılı ülkelerde komünistler ise vatan hainliği olarak görülmeye başlamıştır. Bir anlamda savunma niteliğindeki ilk aşamanın başarısından sonra ikinci aşamaya geçilir, sosyalist sistem güneyden “yeşil kuşak” ile çevrelenir. Sovyetlerin güneyinde yer alan ülkelerde yoğun bir dinci, radikal islamcı kuşak oluşturulur. Bu ülkelerde yetiştirilen mücahit güçler, büyük imkanlarla komünizme karşı cihat için yetiştirilir. Sosyalist sistemin batısında, sisteme olan bağlılıkları birinci aşamadaki izolasyon ve ajitasyon ile gevşetilmiş Orta Avrupa, Baltık Ülkeleri ve Polonya gibi bölgelerde, başta dinci hareket olmak üzere, bunun ardından her türlü ulusal, etnik ve “kimlik” değerleri üzerine kurulu yoğun bir saldırıya geçilir.

Sonuç şimdi kapitalizmin en acımasız uygulaması altında kalan bu eski sosyalist ülkelerdeki sessiz çoğunluk tam bir yoksunluk ve yoksulluk içine itilirken, emperyalistler için gerçek bir başarı oldu.

Sovyetler Birliği ve Sosyalist Sistemin büyük ölçüde dağılması sonrasında dünya yepyeni bir gerçeklik ile karşı karşıyadır artık. Dünya düzeni iki süper gücün karşılıklı güç dengesi koşullarında oluşturulmuşken şimdi artık öncülüğünü ABD’nin yaptığı tek kutuplu bir düzene geçilmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren hız kazanan bu yeni dönemde artık ABD’nin, tüm dünya üzerinde hakimiyetini kurmak için kolları sıvamıştır. O zamana kadar anti-komünist kampta başta NATO olmak üzere Avrupa ve esas olarak OECD içinde yer alan ülkelerle tam bir ittifak içinde davranırken, bu sefer tümüyle tek başına davranarak ve aynı zamanda tüm dünya ülkelerinin barış ve işbirliği için oluşturduğu Birleşmiş Milletler kuruluşunu da hiçe sayarak dünya çapında hakimiyet kurma için kolları sıvamıştır.

Artık onlar için aynı yolda ilerlemek için önlerinde hiç bir engel yoktur. Emperyalizm, uluslararası ekinliğini yaygınlaştırmak için şimdi çevre ülkelerin ulusal birliğini dağıtmak için çok daha fütursuzca ve kural tanımaksızın yoluna devam edebilir. S. Amin’in de açıkça belirttiği gibi, bir taraftan merkez ülkelerde ulusun dayandığı toplumu entegre ederken, çevrede ise toplumu yok eder.[iii] Emperyalizm, Sovyetleri yıkmak için uyguladığı yöntemleri, şimdi dünyanın dört bir köşesinde uygulamaya sokuyor. Dünyanın dört bir köşesinde etnik çatışmaları kışkırtıyor, daha sonra bunlara insan hakları, vs. gerekçelerini öne sürerek ile destekliyor. Bundan sonra da buralara fiili müdahalelerde bulunarak ulusal birliğin dağılmasına yon açıyor ve yeni oluşumların tümüyle kendi ekseninde yer almasını sağlıyor.

“Ezilen Ulus” Kürtler

Türkiye’de yaşanan Kürtler, asırlar boyunca Türk halkı ile geleneksel değerlerin, uhrevi inançların her türlü kişisel, bireysel özelliklerin önünde geldiği, güçlü bir merkezi imparatorluk içinde görece barış ve güvence içinde yaşadığı, hemen hemen hiçbir şekilde Kürt halkı kimliğini öne çıkaran bir ayrımcı tavır ile karşı karşıya kalmadan yaşamını sürdürmüş, daha sonra da ülkede cumhuriyete geçiş ile birlikte, cumhuriyetin kurucuları ile omuz omuza savaşmış, bu yöne dönemde cumhuriyete birden fazla sayıda cumhurbaşkanı vermiş bir ulus olarak birden bire ABD’nin dünya üzerinde tek başına hakimiyet oluşturmaya başladığı bir dönemde ezilen halk durumuna dönüşüvermiştir.

Hiç kuşku yok ki Kürtler de bir çok diğer halklar gibi, kendi tarihini, kendi kaderini yaşamıştır. Bu tarih, esas olarak büyük devletlerin ve imparatorlukların himayesinde geçen bir tarih olmuştu. Yukarı Mezopotamya bölgesinde yaşanan Med’lerden geldiği düşünülen Kürt halkları sırasıyla, B. İskender, Doğu Roma ve Müslüman Arap devletlerinin egemenliğinden sonra, 16. Yüzyıldan itibaren Y. Sultan Selim ile Osmanlılar’ın egemenliği altında yaşamaya başladılar.

Bundan sonra, 19. Yüzyıl boyunca en bağnaz tarihçilerin bile teslim ettikleri gibi, Kürtlerin varlığı Osmanlılar içinde tam bir sukünet içinde geçti. Kürtler, Osmanlı idaresi altında, Diyarbakır Vilayeti içinde, toplam 11 vilayetten ve vilayet sistemi içinde yer alan idare yapı içinde yer aldılar. Ancak Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit, Avrupalıların Osmanlılar’ın üzerinde emelleri iyice ortaya çıkınca, sınır boylarında merkezi otoriteyi pekiştirmek istedi. Bunun için de bölgede Osmanlı’ya bağlılığın pekiştirilmesi amacıyla, kendi adını verdiği ordu oluşturdu, bölgeye din adamları gönderdi ve burada yaşayan insanlara çeşitli olanaklar tanıdı. Dini inançlarına öteden büyük önem veren Kürt ulusu, M. Kemal’in yurdun düşmanlardan temizlenmesi için başlattığı harekete destek verdi.

Kürt halkı, cumhuriyet döneminde de, büyük ölçüde Türk halkının yaşadığı kaderi paylaştı. Bu ayrım, cumhuriyet döneminde belki bir önceki döneme göre daha da belirginleşti. Çünkü cumhuriyet, bir ulus projesi olarak kurulmuştu. Ama farklı halklardan oluşan üniter ulus hareketi, her zaman sömürge emellerinin saldırılarına açık olacaktır; nitekim İngilizler, cumhuriyetin ilk yıllarında Musul sorunu ile bağlantılı olarak Kürt kartını yaygın biçimde kullandılar.

Şeyh Sait İsyanı

Şeyh Sait ile başlayan olaylar, Türk ve Kürt halkının birlikteliği açısından dönüm noktasını oluşturur. Musul sorunu ile birlikte ele alındığında, bunun niteliği daha açık anlaşılacaktır. Kuşkusuz, bu olayı tek başına değil, ama bölgede bugün doruk noktasına ulaşan dış etkilenmelerin başlangıç tarihi olarak ele alınabilir.

Irak tarafında, emperyalizmin amaçları doğrultusunda oynanan Kürt kartının Osmanlı ve sonrasında da aynı amaçlara alet olduğu görülür. 20. yüzyılın başlarında İngiltere petrolün parlak geleceğinin farkına varır. Osmanlı imparatorluğunu bölmek ve ele geçirmek doğrultusundaki emperyalist emellerin ardında yatan nedenlerin biri, Musul'daki petrol kaynaklarının ele geçirilmesidir. 1. dünya savaşı sonrasında, 1918'de yapılan mütareke ile getirilen dayatma sonucunda İngilizler, Musul'u işgal eder. Ama İngilizler için bu o kadar kolay olmaz. Musul, Osmanlı toprakları üzerinde Türk Cumhuriyetini kurma amacı ile yola çıkan Kuvay_ı Milli güçleri tarafından ilan edilen Misak_ı Milli sınırları içine alınmıştır.

Kurtuluş savaşı sonrasındaki Lozan barış görüşmelerinde konu yeniden ele alınır. Emperyalistler, petrol üzerindeki çıkarlarını korumada kararlıdır. Görüşmelerde Musul sorunu karşısına, Ermenistan kozunu koyarlar. Ermeni sorunu, savaş koşullarında çaresizlik içinde kalan halkların büyük ölçüde emperyalist güçlerin kışkırtması ile birbirine kırdırılmasının bir başka örneğidir. Bu Türk heyetine karşı önemli bir kozdur. İngilizler, kendi çıkarları uğruna bir başka ulusun kaderi ile, onun varlığı yada yokluğu pahasına oynayabilmektedir. Ermeniler sorunu, mazlum halkların emperyalist amaçlar uğruna koz olarak kullanılmış olduğu bir başka hazin durumdur.



Diyarbakır İstiklal Mahkemesi, kısa yargılama ile Şeyh Sait ve 28 kişiyi birlikte, 28 Haziran 1925 tarihinde idama mahkum etti. Benzer hareketlerin Ağrı, Zilan, Dersim hareketleriyle devam ettiği görülüyor. Bu hareketlerin, Cumhuriyet hükümetlerini çok tedirgin ettiği ve her seferinde aşırı önlem aldığı görülüyor.



Lozan görüşmelerinde Musul sorunu çözümlenmeden kalır. İlginçtir; tam da bu sırada, Lozan görüşmelerinin hemen ardından 1925 yılında Şeyh Sait isyanı başlar. Gerçekte, sözü edilen isyan öncesinde Kürt ulusunun bir örgütlenmesi söz konusudur. Kürtlerin oluşturduğu Azadi –Özgürlük- örgütünün oluşumu, belki de Kürtlerin Türk kurtuluş savaşı ile bağlantılı hayal kırıklığının bir ürünü olabilir. İsyan tohumlarının, yine Şeyh Sait'in de katıldığı bu örgüt oluşumu çerçevesinde atıldığı anlaşılıyor. Ama yeni Türk hükümeti, gerekli önlemleri alır, örgüt yetkililerini tutuklar. Ancak bu örgüt, Şeyh Sait'in girişimi ile çalışmalarını sürdürür. 1925 yılı başlarında jandarma ile yapılan çatışmalarla başlatılan ayaklanma, bir kaç ay içinde Şeyh Sait'in yakalanması ve idam edilmesi ile sona erer.



Diyarbakır'dan hüzünlü görünüş. Kent Kürtler için merkez kabul edilse de, Kürt yerleşimi Türkiye'nin her bölgesinde varlar. Diyarbakır’ın merkez ilan edilmesi, bu iç içeliği göz ardı etmeye yetmez.



Şeyh Sait ile başlatılan Kürt isyanının giderek genişlediği ve cumhuriyetin varlığını tehdit eder hale geldiği ileri sürülür. Buradan hareketle, Takrir_i Sükun kanunu çıkartılır ve İstiklal Mahkemeleri oluşturulur. Ne var ki, yeni cumhuriyet için böyle bir tehlike söz konusu kuşkuludur. Bir kere, Şeyh Sait isyanı ile ilgili kaydedilen fiili durumlar arasında, Elazığ'ın Eğil İlçesi Piran Köyü içindeki jandarma çatışmasından, ve Genç vilayetinin merkez kazasında hakimiyet oluşturtmasından öteye gitmez. Kaldı ki isyan bundan iki ay gibi kısa sürede bastırılır, Şeyh Sait derdest edilir. Cumhuriyeti kasteden bir isyanın, bu kadar kısa süre içinde bastırılması ilginçtir.[iv]



Önerilen Kürdistan sınırları. Deniz ulaşımı sağlamak için ülkenin Türkiye’nin önemli bir kısmı, Suriye, Irak ve İran topraklarından oluşması düşünülüyor. Ermenistan’ın da geleneksel sınır uzlaşmazlığı bir yana, tümüyle kendisine düşman ülkelerle çevrelenecek bu ülkenin ancak emperyalizmin vesayeti ile ayakta durabileceği açıktır.



Şeyh Sait isyanının perde gerisinde olup bitenleri bilebilmek için elde yeterli bilgi yok. Gerçekte bu isyan bir sır perdesi arkasında kalmıştır. Ama, bu isyanın ile ilgili değerlendirmenin isyan ile bağlantılı olarak ortaya çıkan gelişmelerden çok, o dönemde veri koşullara bakılarak yapılması daha doğru olur. İsyanın gerekçesi ne olursa olsun, bunun taraflara ne gibi yararlar sağladığına bakılması gerek. Bir kere, o dönemde yeni cumhuriyet için asıl tehlike ülkenin doğusunda değil, batısındaydı. Doğuda, tam tersine, belki böyle bir isyan olmuş olsa bile, bu ancak mevzi nitelik taşıyabilirdi; bu tür mevzi rahatsızlıklar dışında durum sakindi. Kaldı ki, Şeyh Sait isyanının o günün veri koşulları nedeniyle sıradan bir gelişme olarak kabul edilmesi daha gerçekçidir. Bu bölge, yeni cumhuriyetin oluşumu ve sahip olduğu inisiyatifler yanı sıra, dış güçlerden verilen güvencelerle de asayiş içindedir. Bu güvencelerin en sağlamlarından biri, kurtuluş savaşı ile bağlantılı girilen ittifaklardan kaynaklanır: Kurtuluş savaşını yöneten meclis içine çok sayıda Kürt temsilciler yer almaktadır. Bunların, tüm kurtuluş savaşı niteliğe uyumlu bir biçimde, toprak ağası ve ticaret erbabı, eşraf olduğunu söylemeye gerek yok. Belki bir farkla ki, doğunun feodal yapısı, ülkenin geri kalanına kıyasla daha baskındır; meclis içindeki temsilcileri arasında da o ölçüde daha çok ağa yer almaktadır.

Kısacası, kurtuluş savaşı liderleri, bölgede feodal yapıyı sürdürmek isteyen, ama artık bu yapıyı kaçınılmaz olarak Cumhuriyet ilkelerine dönüştürmek ve uyarlamak durumunda kalan feodal ağalarla ittifak yapmıştı. Osmanlı'da da aynı yapı geçerliydi. Osmanlı için Kürtlerin yaşadığı bölgelerde asayiş, buralarda hakim feodal ağalarla işbirliğinden geçmekteydi. Şeyh Sait isyanının bir halk hareketi niteliğinde olduğuna ilişkin bir belirti yok ve olmadığına göre, ağalar arasındaki bir iç çekişme sonucu olması çok mümkün ki, bunun hiç de Cumhuriyet için tehdit oluşturması düşünülemez. Ama, belirtilmiş olduğu gibi, tehdit bir başka yerdeydi: İşçi sınıfı, niteliği ve kapsamı, vaat ettiği kurtuluşun düzeyi ne olursa olsun, emperyalistlere karşı bir hareket niteliğinde olan, Lenin ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenen, yeni Sovyet cumhuriyetinin güneyi için belli bir süre güvence anlamını taşıyan bu ulusal kurtuluş savaşına katılmaya karar vermişti. Bu uğurda, M. Suphi ve arkadaşları ile başlayan süreç içinde hayatlarını ortaya koymuşlardı. Kaçınılmaz olarak anti-emperyalist nitelik alan ve tüm ülkede komünizmin büyük bir sempati ve prestij kazanması karşısında yeni burjuvazi bir hayli ürkmüştü.

Şeyh Sait isyanı sonrasında getirilen Takrir_i Sükun yasasının asıl amacının Doğuda Kürtlere değil, Batıda işçilere karşı yönetilmiş olduğu biliniyor. Ama pek bilinmeyen, bu isyanın arkasında muhtemel bir Türk-İngiliz işbirliği olasılığının yatıyor olmasıdır.

Bilindiği gibi, ulusal kurtuluş savaşının, emperyalist İngilizlere tek kurşun atılmadan gerçekleştirildiği söylenegelir. Bu söylentinin arkasında ne yattığına bakmaksızın, o günün koşullarında Türk ve İngiliz hükümetlerinin çok yönlü işbirliği içinde olmalarında sayısız yarar olduğu bir hızlı bir süreç yaşanmaktaydı. Sovyetler Birliği'nde devrim giderek yerleşiyordu. Manda yönetimini kabul etmeyen, ulusal bağımsızlığını Batılı anlayışta yeni bir yapı içinde gören ve megalo idea peşinde olan Yunanistan'a karşı başarılı bir direniş gösteren Türk burjuvazisi, Sevr anlaşması hükümleri doğrultusunda daha fazla parçalamak ve Sovyetler'in güneyini güçlü bir Batı yanlısı ülkeden yoksun bırakmak neye yarayacaktı ki?

Kimileri, Şeyh Sait isyanının, Musul'un kaybedilmesinde rol oynadığını söyler. Bunun tarihsel gerçeklere bakıldığında çarpıtılmış bir görüş olduğu ortadadır. İsyan, Kürtlerin bir karşı durması idiyse, o zaman yeni cumhuriyetin bu zayıf noktasını Musul'dan çıkarak değil, tam tersine, burada kalarak güçlendirmesi gerekir. Musul'un Misak_ı Milli dışında kalması, burada yer alan Kürtlerin cumhuriyetin denetimi dışında bırakılması ve bunun bir barut fıçısı niteliğini sürdürmesi anlamını taşır. Nitekim günümüzdeki gelişmelere bakıldığında, Misak_ı Milli kavramının üniter devlet anlayışı açısından ne kadar vazgeçilmez olduğunu gözler önüne seriyor.

Geriye dönüp bakıldığında, geçmişe ait bir çok gerçeğin çarpıtılmış olduğunu ve halen daha çarpıtılmış halde kaldığı görülüyor. Şeyh Sait İsyanı'nın İngiltere tarafından kışkırtılması pek mümkün görünür. Böyle bir olasılıktan kalkılarak Musul'un bu nedenle elden gittiği savı mantıklı gibi gelir. Oysa, yukarıda sözü edilen şekilde, cumhuriyetin ilk yıllarında söz konusu olabilecek bir "gecikmiş işbirliği"'nin her iki tarafın yararına olduğu açıktır. Sovyetlerin iç savaşı kazanmasının ardından etkinliğini artırması ile tümüyle değişen bölge konjonktüründe gelinen noktada, artık İngiltere'nin eski Osmanlı topraklarında sahip olabileceği çıkarları sınırlanmıştı. Yeni cumhuriyetin Batı yanlısı tutumu içinde kendiliğinden çözümlenecek olan borçlar ve imtiyazlar sorunu dışından iki temel çıkarı kalmıştı: Sovyetlerin güneyini tutacak Batı yanlısı hükümet ve Irak petrolleri. Nitekim, Lozan görüşmelerinde bu iki konu öne çıktı. Lozan görüşmelerinde İngiltere, sürekli Türk-Sovyet yakınlaşması aleyhine çalıştı ve istediğini elde etti. Türk heyeti, Sovyetlerin yeni cumhuriyetin egemenliğine tam olarak örtüşen "tüm boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılması ve boğazların Türk askeri tarafından korunması" teklifini bir kenara bırakarak, emperyalistlerin telkinine uydu ve "Boğazlarda uluslararası denetimi" kabul etti. Bu statü, günümüzde de ulusal egemenlik için yüz karası olmayı sürdürüyor.

İngiltere için ikinci önemli çıkar noktası, Irak petrolleri idi. Türk-İngiliz işbirliğinin burada bir kez daha kendini gösterdiği anlaşılıyor. Şeyh Sait isyanı çerçevesinde oluşturulacak ortam ve daha sonra getirilecek baskı dönemi sonucunda yeni cumhuriyet, kendisi için asıl tehlike niteliğinde olan işçi sınıfının tehdidini savuşturacak; Doğu için verilen emperyalist güvence karşılığında da Musul'u İngilizlere terk edecekti.



Musul'da peşmergeler nöbette. Musul bir kez daha emperyalist güçlerin ilgi odağı haline geldi. Irak kuvvetleri, mevzilerini sağlamlaştırmak için çekilmesi ile, Kürt peşmergeler, ABD kuvvetleri ile birlikte Musul içine doğru ilerlemelerini sürdürüyor.



Ama burada, pazarlık açık farkla Türk tarafı aleyhine sonuçlanmış gibidir. Ne var ki, yeni cumhuriyetin Kürt sorunu ile karşı karşıya kaldığı fiili durum; yani, Kürtlere otonomi konusunda emperyalistlerin vereceği taviz göz önüne alındığında, tablo tamamlanmış olmaktadır: Emperyalistler, Sevr anlaşmasının 64. maddesine Kürt otonomisi hükmünü koymuşlardı. Emperyalistler için Kürtlere otonomi verilmesi, bir bakıma yumurtaları iki farklı sepete koymak demekti. Emperyalist siyasetler, bir sömürge ülke içindeki etnik grupları kışkırtmak, onlara şirin görünmek ve bu şekilde bu sömürge ülke üzerinde baskı unsuru oluşturmak peşindedir. Kürtlere karşı tavırlarında içten olsalar, o zaman cetvelle bölgedeki sınırları çizerken asırlar boyu devlet altında örgütlenememiş Kürtlerin Türk, Irak, İran ve Suriye devletlerine dağılacak şekilde bölünmesine seyirci kalmamaları gerekir. Musul'da İngiltere emperyalizmi yararına getirilen çözüm, Kürt sorununun kalbine saplanmış bir hançerdir. Öte yandan, M. Kemal'in başlangıçta Cumhuriyet projesine Kürtlere otonomi vermeyi düşündüğü doğrultusunda kanıtlar var. Ama, bunun üniter devlet alternatifine kıyasla, hiç de istenen bir durum olmadığını biliyor olmalıydı; veya emperyalistler, bunu Musul için pazarlık konusu yapmıştı – tabii, olası sakınca ve riskler konusunda M. Kemal'in kulağına su kaçırarak. Pek muhtemel görünen bu pazarlık sonucunda Kürtlere otonomi verilmesinden vazgeçilmesi de, Kürtlere yöneltilmiş bir başka emperyalist darbe anlamını taşır.

Türkler ve İngilizler istediğini elde etti. Çünkü, her ikisi de göreceli bir güç dengesi içindeydiler ve ellerinde kozlar vardı. Bir tarafta, Doğu sınırlarının güvenliği, otonomi, ve diğerleri, diğer tarafta Boğazlar ve Irak petrolleri, Kürdistan toprakları ve egemenliğinin yağma edilmesi üzerine kurulmuş pazarlık... Türkiye'de Kürt halkının elinde hiç bir koz yoktu: Ceberut Osmanlı, asırlar boyu Kürt halkını feodal ağaların boyunduruğunda bırakmıştı; bu pazarlıkta yer alamadılar. Irak'ta ise manda yönetimi vardı; onların hiç bir kozu yoktu ve bu nedenle Irak Kürtleri otonom bir yönetime kavuşabildiler. Tarih boyunca Kürt ulusu, arka arkaya emperyalistlerin darbelerine maruz kaldı; ama ne yazık ki, bundan derslerini almış gözükmüyorlar.

Etnik Çatışma Taktikleri

Takrir_i Sukün uygulaması, Kürt halkı için olduğu kadar, belki çok daha fazla Türk halkı için yürürlüğe sokulmuş ve ülkenin batısında yaşayan Türk halkı için görece özgürlük ve demokrasinin de iyice rafa kaldırılmasına yol açmıştı.

Türkiye’de siyasi ortamın yumuşaması ile birlikte yeniden siyasi mücadeleye soyunan Kürt radikalleri, sorunun ezilen halklar ile bağlantılı olmadığını teşhis etmişler, bu nedenle de Türk radikalleri ile omuz omuza, sorunun asıl kaynağı olan burjuvaziye karşı proletaryanın mücadelesi için çalışmaya başlamışlardı.

Bunu yaparken de oldukça isabetli davranmışlardı. Çünkü Kürt halkının tarih boyunca bir ulus olarak bir araya gelecek bir deneyimi, ulus tarihi yoktur.[v] Bu durum, sebepleri ne olursa olsun, Kürtlerin bir ulus kavramı içinde bütünleştirecek bir gelenek, sosyal ve kültürel evrimi yaşamamış olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de, bölgede dört bin yıldan daha uzun süredir yaşıyor olmalarına karşın, Med'lerden gelme Ari ırktan halklarla ilgili yazılı tarih kayıtları pek azdır. Ancak tüm bölgeyi derinden etkileyen, örneğin, 7. yüzyılda İslam dininin yaygınlaştırıldığı fetih hareketleri, 13. yüzyılda Moğolların istilası, vs. bile Kürtlerin böyle bir evrimi geçirmeleri için yeterli dinamizmi sağlamadığı anlaşılıyor. Osmanlıların bölgeye hakimiyeti ile birlikte Kürt halkları, çeşitli etnik ve bölgesel farklılıklar gösteren aşiretlerin göreceli tarihsel suskunluğu altında 20. yüzyılın başlarına kadar gelecektir.

Oysa, Kürt halkının yaşadığı dünyanın sayılı petrol kaynaklarına bakan tepeler, asırlar boyunca dünyayı şekillendiren tarihi olayların sahnelendiği Mezopotamya’ya hakim konumdaydı. Ne var ki, bu tepeler, aynı zamanda içinde barındırdığı halklara yeterli koruma ve güvence sağlamış olacak ki, onları uzunca dönem yeni bir arayışa itmemiştir. Onlara nimetlerini cömertçe bağışlarken, aynı zamanda da çok çetin yaşama koşulları bu insanlar için eğitici olmuş, onları kendine bağlımış, yeni bir arayışa itmemiştir. Bu çetin koşullar, her zaman Kürt halklarını aynı biçimde çetin ve savaşçı ve bir o kadar da dayanıklı yapmıştır. Bölgeyi istila eden Moğollar bile, bu dağlarda yaşamaya kalkışmamıştır. Daha sonraki dönemde Osmanlı ve İran egemenlikleri de, onların yarı-özerk, kendine özgü bağımsızlıları üzerinde pek etkili olmamıştır.

Barındırdığı insanlara gerekli koruma ve geçim kaynağı sağlayan bölge koşulları, burada yaşayan insanların asırlar boyunca içinde bulundukları toplumsal ilişkileri değiştirme gereksinimi duymaksızın aynı aşiret ilişkileri içinde, birbirinden kopuk ve aşiretler arası çekişme ve kavganın eksik olmadığı ulus-öncesi yaşam biçimini koruyabilmelerine yol açmıştır. Kürtler, eski zamandan biri savaşkan nitelikleri ile tanınmışlardır. Aşiret hayatının gereği olarak, aile yapısı da askeri kurallara göre oluşturulmuştur. Uzun yıllar at üzerinde, kılıç ve ok kullanmışlar, daha sonra bunların yerini ateşli silahlar almış; sarp ve geçit vermez doğa, esas olarak göçebe olan aşiretler için günümüze kadar varlıklarını sürdürebilmelerine olanak vermiştir. Kısacası, Kürt halkı, ulus-öncesi içinde olmayı sürdüre gelmiş, bu ulus-öncesi yapı içinde bir anlamda "mutlu" olmuş, o yapıyı bozmaya yeltenmemiştir.

Kuşkusuz, doğa koşullarının insan yaşamlarını derinden etkilediği çok açık bir gerçek olsa da, bunun insan toplumlarının tarihini tek başına açıklamaya yeterli olduğu söylenemez. Bugünkü Türkiye, Irak ve İran sınırlarının geçtiği dağlarda yaşayan insanların asırlar boyu esaslı değişime uğramaksızın süregelen yaşamlarında onları rahatsız eden ve zorunlu olarak yeni arayışlara iten unsur, söylendiği gibi, hiç de kapitalizmin nimetlerinden yararlanmak değildi. Ama dağlık bölgelerde birbirlerine karşı ezeli düşmanlıklar içinde olagelmiş aşiretler, emperyalistlerin bölgenin yakınında bulunan petrol yatakları üzerindeki egemenliklerini sürdürebilmek için bir araç olarak kullanılabilirdi. Nitekim de öyle oldu. Emperyalistlerin petrol konusunda bölge içindeki emellerinin ne denli önemli olduğunu bugün artık çok daha iyi biliniyor. Bu doğrultuda, uzun yıllar edindikleri deneyimler onlara, Irak'ta, halkın desteğini almış sivil bir hükümetin kendi çıkarları için hiç uygun olmadığını göstermişti. Bu nedenle, Irak'ta şu yada bu şekilde sivil olmayan yönetimlerin hakimiyetinin sağlanması gerekmekteydi.

Ne zaman Irak'ta sivil bir hükümet başa geldi ise, karşısında bu sivil yönetime tehdit oluşturabilecek unsurların varlığından ve bunların rejim için yarattığı tehlikelerden söz eden askeri çevreler dikiliyordu.[vi] 1965 yılı sonlarında Irak'ta sivil yönetim oluşturan hükümet de, askerlerin bu niyetini çok iyi biliyordu. Daha önceki askeri yönetimlerce demokratik görüşleri nedeniyle baskı görmüş olan A.R. el-Bazzaz hükümeti, uzun süren Kürt sorununu sona erdirmek istiyordu. Ama, bu onun için hiç de kolay olmayacaktı. Ülkede askeri unsurların, çıkarlarından ötürü dağlarda Kürtlere karşı uzun bir savaştan yana olduklarını biliyordu.[vii]

Emperyalist ülkelerin, bölgedeki çıkarlarını koruma doğrultusunda ülke yönetiminde askeri unsurları sürekli öne çıkarma kaygıları, "Irak Kürt Ulusal" hareketini yetirince açıklar nitelik taşımaktadır. Gerçekten de Irak'ta artık sıcak ilişkiler çerçevesinde emperyalist çıkarların korunması mümkün değildir. Bölge içinde oluşan siyasi gelişmeler, artık ülke içinde doğrudan güdümlü yönetimlerin sürdürülmesine olanak tanımamaktadır. Ama, bu güdümlü yönetim, bir başka şekilde sürdürülebilir. Bu da, ülke içinde sivil yönetimlerin oluşumunu güçleştiren, onların hareket özgürlüğünü kısıtlayan, sivil kurumları baskı altına alan askeri çevrelerin doğrudan veya dolaylı baskılarını ön plana çıkartmaktır. Irak, bu bakımdan emperyalistlerin uyguladığı mükemmel örneklerle doludur.

Irak'ta, 1960 ila 1970 yılları arasında Kürtlere karşı yapılan dört askeri hareketin her biri, tümüyle, tek yanlı olarak Irak askeri yetkililerinin inisiyatifinde başlatıldı. Irak'a askeri unsurların ön plana çıkartılması, böylelikle ülkede emperyalistlerin petrol çıkarlarına karşı olabilecek muhtemel bir sivil yönetimin etkinliğinin bastırılması ya da en aza indirilmesinin biricik yöntemiydi. Yoksa, Irak'a askerlerin bir saldırı başlatmalarını gerektirecek biçimde Kürtlerin bir isyanı, başkaldırısı, vs. söz konusu değildi. Bunun başka türlü olması da düşünülemezdi; çünkü, özellikle görece bağımsız topluluklar biçiminde olan Irak Kürt halkı hiç bir zaman aşiret reislerinin dışında bir halk hareketine dönüşememişti.

Bugün Irak’a saldıran koalisyon güçlerinin yaptığı hesapların başında, Irak’ı oluşturan farklı halklar arasında yaratılacak husumet ve düşmanlık esasına dayalı böl yönet politikasıydı. Oysa bugün Irak’ta gelinen son noktada, Kürtlerin devlet kurmaya her zamankinden daha yakın olmasına karşın, bunun hiç de iyi bir fikir olmadığını artık herkes görüyor. Bizzat Kürtlerin kendileri de bunun bugünden yarına gerçekleştirilebilecek somut bir proje olmadığını son anda farkına vardılar. Sanki emperyalistlerin bu hesapları tutmamış gibi görünüyor, hatta özellikle ABD’nin bölge halklarını tanımadığı, halkın ülkeye yapılan dış saldırı karşısında bütünleşeceğini göz önünde bulundurmadığı ileri sürülüyor. Oysa, emperyalizmin bugün içinde bulunduğu duruma bakıldığında, onun politikalarını biraz daha farklı açıdan bakmak ve bu politikaların sonuçlarını böyle bir bakış açısı ile emperyalizme neler kazandırdığını veya kaybettirdiğini düşünmek gerek. ABD’nin Irak’a müdahalesinin İsrail’in hiç de parlak görünmeyen geleceğini kurtarmak, yakın bir gelecekte iyice değer kazanacak enerji kaynaklarının hakimiyetini ele geçirmek, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu’da son zamanlarda elde ettiği mevzileri geri almak, savaş sanayisi için yeni pazar olanakları yaratmak yada dünya hakimiyetine yönelik stratejisini adım adım hayata geçirmek, vs. vs. gibi amaçlarla yapıldığı söyleniyor. Bunların hepsi belli ölçüde doğru. Ama bütün bunlara bakıldığında, hepsinde ortak olan yan, bütün bu politikaların hiçbirinin yirmi birinci yüzyılın aklı açısından kesinlikle makul kabul edilebilecek hiç bir tutarlı yanı yok. Emperyalizmin günümüzde sağladığı en büyük kazanç da bu zaten. Artık politikalarının hiç birinde akla mantığa uygun bir yan yok. Belki de emperyalizm, daha önceki benzer müdahalelerinde o kadar belirgin olmayan muazzam bir başarı elde etti ve bütün dünyanın gözü önünde, bir zamanlar gaz odalarında insanları yakan anlayış ile insanların üzerine ölüm kusarken, aynı zamanda da bunu bütün insanlığın gözü önünde, güçlü olan haklıdır mantığı ile, Doğusunda Batısında bütün insan hakları kurumları, barış ve özgürlük yanlısı sivil toplum örgütlerini hiç bir şekilde umursamaksızın yapmayı başardı.

Irak örneğinde de görüldüğü gibi, ABD’ gibi Avrupalı emperyalistlerin de “ezilen halk”, “etnik azınlık”, vs. gibi etnik kışkırtma politikaları uygulamaları hiç de bu politikaların tutarlı bir yanı olabileceğini göstermiyor. Bugün Türkiye’de herkes, Avrupa’nın üniter devlet niteliğinde Türkiye’yi üye yapma niyetinde olmadığını, adaylık süreci içinde bir şekilde Diyarbakır merkezli, devletse devlet, olmadı ayrı ve özel statüye sahip bölge oluşturmak, böylelikle en azından temel konularda Türkiye’nin ortaklık içindeki ağırlığını kaldırmak amacında olduğunu görüyor. Kuşkusuz, bu durum Türk siyasetçilerin bir şekilde basiret gösterip her türlü tavizi vererek illa tam üyelikte sonuna kadar ısrar etmeleri durumunda devreye sokulacak bir başka plan olarak düşünülüyor. Burada bir kere daha, Türkiye’nin batı bölgelerinde, kimi zaman belli mahallerde toplanma eğilimi gösterse de, çok büyük ölçüde Türk kökenli insanlarla tümüyle iç içe, buralarda yerleşmiş ve kök salmış Kürtlerin bir başka devlet veya bölge olarak ayrılmalarının akla mantığa aykırı oluşu, onların bu politikada ısrarlı olmalarına, sürekli Kürt ayrımcılığı yapmalarına, Diyarbakır ile Ankara’yı eş düzeyde görme girişiminde bulunmalarına engel değil. Irak örneğinde de görüldüğü gibi, emperyalist politikalar, hiçbir şekilde akla ve mantığa dayalı gerekçelerle ortaya atılmıyor. Ama, tümüyle dayatma biçiminde ortaya atılıyor ve uygulanıyor.[viii]



__________________



[i] Avrupa devletlerinde en son 1871’de Almanya’nın birleşmesi ile uluslaşma süreci tamamlanmıştı. Almanya’da ulusal birliğin gerçekte kral yanlısı, aşırı tutucu Bismark tarafından ve esas olarak biçimsel parlâmenter sistem görüntüsü altında özgürlüklerin kısıtlanması, bir taraftan milliyetçilik akımlarının, diğer taraftan da devrimci hareketin bastırılması amacıyla sağlanmış olması ilginçtir. Ama burjuvazinin kral yanlısı Bismark’ı tercih ettiği görülüyor; çünkü ancak onun sayesinde Avrupa’da hızla yaygınlaşan devrimci dalgayı durdurmak mümkün olacaktı. Nitekim, Fransız burjuvazisi de Bismark’a yol açmış, böylece Paris Komünü, Prusyalıların süngüleri ile boğulmuştu.

[ii] Ama, her nedense Afrika ulusal kurtuluş mücadelelerinin efsanevi lideri Fanon, burjuvazi ile işbirliği yapmaktan imtina edecek, J. Woddis de bunu şiddetle eleştirecek ve onun başarılı olamamasına temel etmen olanak Afrika burjuvazisi ile işbirliği yapmaması gösterecekti.

[iii] S. Amin, Küreselleşme Çağında Kapitalizm, Sarmal Yay. Nisan 1999, s. 96.

[iv] Takrir_i Sukün yasası, gerçekte bir sağ sivil darbe niteliğindedir. Kürt Sait isyanı bahane edilerek Fethi Okyar hükümeti istifaya zorlandı ve yerine geçen İsmet Paşa hükümeti, “gerici ve isyancılar” yanı sıra, yaratılan gerginlik ortamından “ülkenin sosyal düzeninin bozmaya yeltenenlerin” cumhurbaşkanının onayı doğrultusunda İstiklal Mahkemelerine sevk edilmesini öngören yasa tasarısı hazırlandı ve kabul edildi. İktidara muhalefet edenlerin yanı sıra, ülkenin bütün muhalefet odakları sindirildi ve koyu bir tek partili rejime geçildi. Serbest parti fırkası kapatıldı, bütün ilerici kesimlere yönelik yoğun bir baskı uygulaması yürürlüğe kondu. İşçi sınıfının ekonomik ve siyasi örgütlenmesi on yıllar boyunca tümüyle engellendi.[v] R. Luxemburg, bundan neredeyse yüzyıl öncesinde Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı konusunda Lenin ile girdiği polemikte, bunun ayırt edici niteliğine deyinir. Finler, Çekler ve Polonyalılardan farklı olarak, Rus aristokrasisinin baskısı altında olan Ukrayna ve Baltık Ülkelerinin kendilerine özgün bir ulusal tarihleri olmadığını söyler. Özellikle, Ukrayna, kendine özgü bir ulusal birliği, hükümeti olmadığı gibi gerici-romantik şair Sevçenko dışında, geleneksel bir kültüre de sahip değildir. Böyle olduğu için de, Alman işgaline karşı direnecek bir ulusal kimlik, ruh ve birlik oluşturamayacaklardır. Olsa olsa, Alman emperyalizmine bağımlı bir alt kimlik olarak proletarya devleti için yeni bir tehdit oluşturmaktan öteye gidemeyeceklerdir. R. Luxemburg, The National Question, Marksist Internet Archive.

[vi] Eylül 1965’te askeri çevrelerden gelen her türlü muhalefete rağmen bir avukat olan Bazzaz hükümeti işbaşına geçmişti. Bazzaz hükümetinin sivil yönetime geçiş ve ordunun etsisini azaltma planları emperyalistlerin hiç işine gelmiyordu.

[vii] E. O'Ballance. a.g.e., s. 199. İngiliz yazarın aktardığına, bize emperyalistlerin Irak'ta sürekli olarak "Kürt" kartını oynadıklarını gösteriyor: "Ülkede bir çok general ve askeri bağlantıları olan siyasetlerin etkinliğinin sürdürülmesi, orduyu ülkede önemli bir faktör haline getirme, yüksek bir askeri bütçe gerekliliğini sürdürme için, Kürtlerle savaşı iyi bir mazeret olarak ileri sürmeleri" tümüyle emperyalist amaçlara yöneliktir.

[viii] Avrupa üyeliği için görüşme tarihi alınması ile birlikte, Avrupa’nın Türkiye’nin doğusu ile ilgili planlarının biraz daha tutarlı bir çizgiye geldiği görüntüsü gerçekte yanıltıcıdır. Türkiye ile yapılan en son anlaşma ile artık Avrupa’nın Türkiye’yi bölme planlarını tam anlamıyla bir takvime bağladığı ve bu nedenle de artık ihtiyatlı bir bekleyiş içine girdiği görülmektedir. Bu planında, atılan imza ile 1. adım tamamlanmış olmaktadır. 2. adım, Annan Planı veya benzeri bir başka çözüm ile atılacak ve Kıbrıs, Girit’te olduğu gibi, Türkiye’den tümüyle kopartılacaktır. Avrupa’nın Kıbrıs için yaptığı plan son noktasına kadar işlemiş ve artık ada neredeyse tümüyle yitirilmiştir. Bugün bu süreç tam olarak bitmemiş gibi görünüyorsa, bunun tek nedeni, Kıbrıs AKEL partisinin, en son planın temelde bir NATO projesi olarak görmesi ve bu projeye karşı çıkmasıdır. AKEL bu tavrı ile, kendisine sadık taraftarları yanı sıra, sokaktaki adam için de etkili olmuş ve plana Rumlar çoğunlukla hayır demiştir. Yoksa, referandumdan geçmeyen plan, iki kesimlilik ve siyasi eşitlik ilkelerini dışlaması ile, hemen tümüyle Rum tezine uygundu. Şimdi aynı plan yeniden devreye sokuluyor. Bundan sonra hiç kuşku yok ki, domino etkisi ile sıra Diyarbakır’ın bağımsızlığı veya özerliğine sıra gelecek. Kıbrıs Türkleri, plana büyük çoğunlukla evet derken, Avrupa’nın yakın bir gelecekte Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyeceğini mesajını almışlardı. Şimdi aynı mesaj Kürtlere veriliyor, eğer bir şekilde ayrılmaz iseniz, ne siz, ne de Türkler, Avrupa üyesi olamaz deniyor.

[ix] Clinton'a Kosova'ya yapılacak bir müdahale sonucunda, sadece mühimmat için 1 milyar dolarlık bir piyasa olduğu söylendi. Daha sonra TV'de hakla yönelik konuşmasında, "Dünya çapında mal satabilmemizde Avrupa anahtar role sahip. Kosova deyince ben bunu anlıyorum." diyecekti.