BÖLÜM IV

Ulus Devletin Bunalımı

Günümüz dünyasını tanımlamada artık ulusal sınırlar yetersiz kalıyor. Bir taraftan ekonomik askeri ve siyasi alanlarda uluslar üstü yapılaşmalar temel belirleyici faktör oluyor. Uluslar, artık dünya arenasına bu yapılanma içinde yer alışları ile katılıyorlar. Ekonomik yaşam, çoğu zaman coğrafi yakınlık içindeki bölgesel özdeşleşmeler ile belirlenen ekonomik birliktelikler içinde belirleniyor. Bunu ortak siyasi ve askeri anlayışlar izliyor. Uluslar üstü yönde bütünleşme doğrultusunda gelişmeyi, eş zamanlı olarak ulus içinde, onu oluşturan kesimlerin etnik, bölge, din, dil, vs. gibi unsurlarla belirlenen aidiyetin ön plana çıkması ile bu sefer ters yönde bir ayrışma izliyor. Ulus devleti oluşturan birey grupları, ulusu oluşturan temel kavramlar, merkeziyetçi siyasi yapı, hakim dil ve kültür, vs. gibi olguları kendileri için sınırlayıcı, baskıcı ve artık kabul edilemez nitelikte algılıyorlar. Temelde etnisite, yada ortak bir kökene bağlılık ile belirlenen bu ulus-dışı alt kimlik, giderek ulusal kimliğin üzerine çıkartılıyor ve o etnik grup içinde yer alan kişinin üst-kimliği niteliğine dönüşüyor. Böylelikle ulus devlet, bir taraftan ulus üstü bütünleşme, diğer taraftan da ulus altı ayrışma sonucu bunalıma giriyor.

Şimdi küreselleşme olarak tanımlanan bu sürecin temelinde, 1970’lerden bu yana dünya kapitalizm sisteminde ortaya çıkan temelli değişiklikler yatıyor. Bundan önceki sömürge ve emperyalist ilişkiler döneminde, mal ve sermaye ihracı, emperyalist ülke sermayesinin, sömürge niteliğinde yabancı ülke pazarlarına girmesi biçiminde olmaktaydı. Burada mal ve sermaye, kendi ulusal kimliğini koruyor; sömürge ülkelerde elde edilen kazançlar, metropol emperyalist ülkelere aktarılarak sömürü gerçekleştirilmiş oluyordu. Ama, zamanla bu şekilde mal ve sermaye ihracı teknolojik gelişmelerin sağladığı olanaklarla iletişim ve ulaşımda sağlanan gelişmelerin de katkısı ile, artık üretimde uluslar üstü düzeyde bir işbölümünün giderek filizlenmesine yol açtı. Sömürge ülkelerine özgü hammadde, işgücü, bilgi birikimi, vs. gibi olanakları göz önünde bulunduran sermaye, artık kendi sınırını aşarak faaliyetlerini giderek tüm dünya ülkelerini kapsayacak bir düzeye yükseltti.

Bu süreç, aynı zamanda söz konusu ulusal piyasaların her bakımdan metropol sermaye ile bütünleşmesini getirmekte gecikmeyecekti. Ulusal sermaye, giderek her bakımdan uluslararası sermaye ile bütünleşme sürecine girdi. Sömürge niteliğine olan ülkelerde, nitelik bakımından metropol ülkelerle özdeş nitelikte uluslararası sermaye piyasaları oluştu. Ulusal sermaye, bu sermaye piyasaları aracılığı ile uluslararası sermaye ile tam olarak bütünleşti. Bunda kuşkusuz, uluslararası işbölümünün payı çok büyüktü. Metropol ülkelere özgü hakim teknoloji, hakim üretim tarzı, hakim ürünler, kendini aynen sömürge ülkelerinde üretecekti. Uluslararası işbölümü, peşi sıra, sömürge ülkelerde sermaye, üretim, piyasa, para, vs. alanlarında metropol ülkelerle bütünleşmeyi getirdi.

Ulus üstü bütünleşmeyi içeren, ulusal sınırları belirsizleştiren, bununla da kalmayıp ulusal olarak nitelenen değerleri ikinci plana atarak uluslar üstü-bölgesel kültürlerin ve değer yargıların oluşmasına yol açan bu sürecin, eş zamanlı olarak ulusal sınırlar içinde özellikle de ulusu oluşturan etnik yapıların ön plana çıkartılarak bu sefer kendi içinde dağıtılıyor olması da ilginçtir. Ama biraz daha yakından bakıldığında, bunun, gerçekte uluslar-arasılaşma sürecini tamamlayan bir gelişme olduğu görülecek ve durumun hiç de şaşırtıcı olmadığı anlaşılacaktır. Ulus sınırları, bir taraftan ulus-üstü ekonomik, askeri ve siyasi birlikler ile belirsizleştirilirken, aynı şey bu sefer ulusu oluşturan – yada oluşturduğu ileri sürülen – unsurlara parçalanarak yok edilmek istenmektedir. Hiç kuşku yok ki bu süreç, esas olarak sömürge ülkeler için geçerlidir.

Ulus-üstü ve ulus-altı ayrışma süreci ayrıntılarına girmeden önce, sermayenin uluslararası işbölümü sürecinde uluslar-üstü nitelik kazanması üzerinde biraz daha durmak ve özellikle bu konuda bazı yanlış anlaşmalara deyinmek gerekiyor. Bu şekilde küreselleşme veya sermayenin ulusal kimliğini yitirmesi vs. gibi tanımlamaların özünde kapitalist işleyiş açısından doğal bir süreç olduğu, onun temel niteliklerinde herhangi bir değişikliği içermediği daha açık bir şekilde ortaya konmalıdır.

Kapitalist sermaye, manifaktür döneminden sonra üretimde iş bölümüne gidilmesi sonucuna pazar için üretim sürecine geçişle ilk ortaya çıktığı günden itibaren kendine ulusal bir pazar yaratma zorundaydı. Pazar için yapılan kapitalist üretim için böyle bir pazar yaratma çabası, ulus devletlerinin ortaya çıkışında temel itici güç oldu. Sermayenin bu uluslaşma sürecinde, temel kaygının derebeylikler biçiminde bölünmüş ve birbirinden tümüyle soyutlanmış bölgelerin genişletilmesinden ibaret olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, bizatihi sermayenin kendisi ulusal nitelik taşımaz. Bir bütün olarak ulusal kapitalist ekonomilerin ortaya çıkışı, tümüyle bu pazar kaygısı çerçevesinde belirlenir. Pazarda malların değişimi, en başta çok farklı olabilen dil bütünlüğü ile sağlanır. Ulusun biçimlenişi, ortak tarih, dil, kültür ve gelenek, görenek ile tanımlanır. Ama bu unsurların hiç biri, sermayenin oluşumu ve gelişimi üzerinde en temel etkisi bulunmaz.

Ne var ki, ulus düzeyinde örgütlenen sermaye, onun sağladığı her türlü olanaklardan yararlanacak, oluşturduğu pazarını korumak için ulus birliği ve sınırlarından yararlanacak, ulusal birliğin üst yapısını sonuna kadar varlığını sürdürmesi için kullanacaktır. Ama, süreç durmaz ve gelişme devam eder, içine girilen sömürge ilişkileri, sermaye için gerekli kârlılık düzeyini sağlamaya yetmez. Bundan sonraki aşamada, emperyalizm döneminde artık ulus sınırları dışına sermaye ihracı başlar. Bunu, yukarıda kısaca özetlediğimiz uluslararası işbölümü ve sermeyenin uluslar-arası nitelik kazanması izler. Ama, bir kere daha altını çizmek gerekir ki, sermaye, niteliği itibarı ile ilk başta ulusal birliği oluşturan ve bir ulus kimliği sağlayan unsurlardan bağımsız idi ve bu durum, olun uluslar-arası nitelik kazanması ile de herhangi bir şekilde değişmedi. Yani, bu gelişmede sermayenin ulusal niteliğine özgü (zaten olmayan) bir yapısal değişme geçirmedi. Ama, niteliksel olarak tanımlanabilecek tek önemli değişiklik, uluslararası işbirliği oldu. Bu önemlidir, çünkü sermayenin ulus üstü sürecinin geri dönülemez kılar. Üretimin bu iş bölümü, en optimum mal ve emek girdisi bazında bir kez kurulduktan sonra, bu sürecin geriye döndürülmesi mümkün olmaz. Ya bu gelişimini daha da pekiştirir, ya da tümüyle ortadan kalkar.


Buradan şunu daha sonra üzerinde durulacak ulus-altı ayrışma sürecine ilişkin gelişmenin ortaya çıkardığı bir durum ile karşı karşıya kalınıyor demektir. Bu tartışmaya başlamadan önce, yeri geldiği için bu tartışma konusu süreç ile bağlantılı değerlendirmelerin burada yapılması gerekiyor. Bir kere, ulus-altı ayrışmanın, sermayenin ilk ortaya çıktığı dönemdeki uluslaşma sürecinden tümüyle farklı olduğunu belirtmek gerek. Uluslaşma süreci, sermayenin gerektirdiği ölçüde pazarın büyütülmesine yönelik bir çabaydı.[i] Ulus-altı süreç ise, bu pazarın şimdi de uluslar-üstü düzeye getirilmesine aykırı değil, tam tersine onu tamamlayan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.[ii] Zira bu ayrışma, sömürge ülkelerdeki ulusal devletleri her bakımdan parçalayan ve hatta kimi zaman onun yok olmasına yol açan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır.

İkinci olarak yeni süreçle bağlantılı yanlış anlaşılma, sermayenin nitelik değiştirmesi ile ilişkilidir. Sermayenin uluslar-arasılaşması, onun nitelik değiştirmesi anlamında kullanılmaz,[iii] ama kapitalist üretim sürecinde ortaya çıkan bir nitelik değiştirme ile bağlantılı bir durumu yansıdır. Bu da yukarıda belirtilmiş olduğu gibi, işbölümünün uluslararası düzeyde yeniden tanımlanması olarak karşımıza çıkar. Buradan hareketle, sermayede tarihsel nitelikte köklü bir değişikliğin olduğu ve bir uluslar-üstü kapitalist sınıfın ortaya çıktığını söylemek doğru olmaz. Uluslar üstü şirketlerin ortaya çıkışı, uluslararası piyasaların hakimiyeti, vs. sermayeye yepyeni bir nitelik kazandırmaya yetmez. Sermaye için pazarın ulusal düzeyden uluslararası düzeye çıkması, onun tabi olduğu nesnel koşullarda herhangi bir değişiklik getirmez. Nitekim, ulusal düzeyde pazar sorununu çözümlemesinin ardından ilk adımda mal ve ikinci adımda da sermaye ihracı ile zaten uluslararası boyutlara taşınmış bulunmaktaydı.

Ama yaşanan bu uluslararasılaşma, esas olarak sermayenin uluslararası işbölümü ile kendini göstermektedir. Bu durum, sermayeye karşı yapılacak emek mücadelesinin, artık uluslararası düzeyde yürütülmesinin kaçınılmazlığını bir kere daha ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle, günümüzde, sömürge ülkelere özgü “ulusal” nitelikte olan, ve uluslararası emperyalist sermayeye karşı proletaryanın yapacağı mücadelede kimi zaman etkisizleştirilmesi gereken yada kimi zaman da işbirliğine gidilmesi gereken[iv] ulusal sermayenin tümüyle ortadan kalktığını göstermektedir. Bir başka deyişle, ulus-altı ayrışmaya ideoloji, siyaset ve parasal kaynaklarla destek sağlayan etnik kökenli burjuva çevrelerin gerçekte artık ulus projesini tasfiye eden uluslararası sermayenin uzantıları olduğu açıklıkla ortadadır.[v]

Ulus-altı Ayrışma Süreci

Yukarıda ulus-altı ayrışma sürecinin, uluslar-arasılaşma süreci ile bir zıtlık oluşturmadığı, ama gerçekte onu tamamlar nitelikte, sermayenin ulusal devlet projesini artık rafa kaldırdığı bir döneme özgü süreç olduğu belirtilmişti. Bu konuda ayrıntılara geçmeden önce, bu varsayımın içerdiği temel bileşenlere bir kez daha bakmakta yarar var.

Bunun için en basitten karmaşığa doğru tek tek bu bileşenleri ele alalım. Süreç, daha önceki dönemde emperyalist – sömürge ilişkilerindeki yapıyı korumaktadır. Yani, ayrışma süreci, sömürge ülkelerde ortaya çıkarken, metropol ülkeler, bunun dışında kalmaktadır. Tersine, daha sonra da üzerinde duracağımız gibi, böyle bir ayrışma sürecini yürürlüğe koymak için gerekli olan koşulların yaratılması bakımından metropol ülkelerdeki ulusal bütünlük ulus devletin polisi, askeri ve siyasi yapının yeniden biçimlendirilmesi anlamında buna bağlı olarak yeniden tanımlanmaktadır. Metropol merkezlerde geleneksel sınıf uzlaşmacılığına dayalı “demokratik yapılar” rafa kaldırılmakta, sınıf çelişkilerinin yükselmesi pahasına sınıflar arası barış siyasetinden ve buna dayalı demokratik söylemlerden vazgeçilmekte, siyasi örgütlenme, buna bağlı olarak merkezde iki parti, başkanlık sistemi, parlâmenter sistemin sulandırılması, vs. gibi yöntemlerle metropol-ulus devleti adına güçlendirilmekte, sınıf örgütleri için getirilen özgürlükler kısıtlanmakta, ülke temelde güçlü polis ve asker devleti haline dönüşmektedir.

Varsayımda, metropol ülkeler için tanımlanan bu sürecin, sömürge ülkeler için tam tersi bir seyir izlediğini görmek olasıdır. Bunları tek tek saymaya gerek yok. Bu konuda sömürge ülkelerde hızlı bir değişim süreci yaşanıyor. Ulus devletinin giderek çözülmesine yol açacak her türlü yeniden yapılanma sürecinin hızlı bir şekilde ortaya çıktığı görülüyor. Durumu göre, görece demokratik yapının dejenere edilmesi için her yol denenirken, örneğin, geleneksel kuvvetler ayrılığı ilkesi iğdiş ediliyor ve devletin işleyişi, çok kolay maniple edilebilir merkezi yapıya dönüştürülüyor. Ama aynı zamanda buna zıt nitelik taşıyan yerel yönetimlerin yaygınlaştırılması sürecine gidiliyor.

Etnik ayrışma sürecinin bir başka bileşeni, etnik grup ile metropol ülke arasında sömürge-ulus devlet aleyhine sağlanan işbirliğidir. Gerçekten de bu durum, burjuvazinin sömürge ülkelerde ulus projesine son vermesi projesinde yararlandığı en temel araçların başında gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, da, bu özgün husus, tüm bu çalışmanın kilit noktasını oluşturmaktadır.

Bugün, devletler hukukunda, her ülkenin diğer ülkeler içinde en genel anlamıyla ortaya çıkan ulusal çıkarlara aykırı olsun olmasın, her türlü muhalif hareketi ve onun temsilcilerini desteklemesinin meşru bir davranış olduğu neredeyse yaygın kabul görmüş bir anlayıştır. Ancak, elbette, bu yaklaşımın da kabul görmeyeceği belli bir sınırı vardır. Bu da, ülkelerin birbirlerinin iç işlerine karışır nitelik taşıyan hareketlerde bulunmamasıdır.

Ne var ki, bir metropol-sömürge ilişkisinde uluslararası kabul görmüş diploması yada hukuk kurallarının geçerliliği bu ilişkinin ne düzeyde bir bağımlılık ilişkisi içeriyor olmasına bağlı olarak belirlenir. Bu bağımlılık ilişkisi, mal ve sermaye, teknoloji vs. ihracı düzeyinden, fiili işgale kadar değişebilir. Yeterli düzeyde manda bağlantısı biçiminde yürütülen bu ilişkilerde hiç bir diploması kuralı endişesi taşınmaz. Kimi zaman da bu örtülü bir manda ilişkisi niteliğindedir. Bu durum, ülkenin tümüyle uluslararası sermayeye bütünleşmesi, onun yaşam tarzını özümsemesi, ona askeri, lojistik ve istihbarat destek ve üstleri sağlaması niteliğinde yansıyan örtülü bir manda durumunda da olabilir. Böyle bir durumda da uluslararası diplomasi, gösterilen belli bir hassasiyetin ötesinde tümüyle meşru çizgileri göz ardı edilerek yürütülür.
 
Bu ilişki kendini ilginç bir zıtlık niteliğinde yansıtır. Metropol ülke, kendi içinde hakim uluslara, alt-uluslar aleyhine her türlü ayrıcalıkları tanırken, sömürge ülkelerde bunun tam tersini yapar. İnsan hakları ve demokrasi adına etnik baskılara son verilmesi, bölgesel özerklik veya federal örgütlenmeye gidilmesi ve gerçekte ulus devletin parçalanmasına yönelik önlemlerin yürürlüğe sokulmasını ister. Sömürge ülke, tipik olarak azgelişmiş kapitalist ülke niteliğindedir ve uluslararası sermayenin tam hakimiyeti altında belirli yüzeysel nitelikteki kaydedilen gelişmelerin ötesinde, yaygın bir yoksulluk, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi çarpık bir yapı sergilemektedir. Kimi zaman bu çarpık yapı, kendilerine “etnik azınlık” olarak ortaya atılan bölgelerde göreceli olarak daha belirgin ortaya çıkar.

Kısaca, metropol ülke, sömürge ülke içinde etnik sorunun gündeme getirilmesi için elinde yeterli malzeme bulunmaktadır. Bunun için gerçekte, çok fazla uzağa gitmesine de gerek yoktur. Kapitalist eşitsiz gelişme, metropol ülkenin kendi içinde de nüfusun önemli bir kesimini kapsayan milyonlarca insanın işsizlik, yoksulluk, açlık sınırında sefalet içindeki yaşamalarına yol açmaktadır. Uzunca dönem, çok kanlı çatışmalar seviyesine çıkabilen bu tür etkin karışıklıklar yaşamıştır ve şimdi nasıl etnik sorunu bunu sömürge ulus devletlerinin çözülmesi için kullanılacağını pek iyi bilmektedir.

Son olarak, bir taraftan ulus-üstü bütünleşme ve diğer taraftan ulus-altı ayrışma eş zamanlı sürecini varsayımında yer alan unsur olan ulus devlet ile ilgili durumu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Eşzamanlı süreç varsayımına göre, uluslararası sermaye, artık ulus-devlet projesini tasfiye etmektedir. Peki, neden buna gerek duyulmaktadır? Sömürge ulus devlet, neredeyse tümüyle uluslararası sermayenin güdümünde olduğuna göre, tasfiye edilmesine neden gerek duyulmaktadır? Ulus devletin tasfiyesi hangi bakımlardan sermayenin uluslararasılaşması, yada bir başka deyişle, uluslararası işbölümünün sağlanması açısından gerekli olmaktadır?

Ulus Burjuva Devletin Tasfiyesi

Öteden beri, uluslararası sermayenin yeniden yapılaşması – küreselleşme hedefi doğrultusunda, bütün ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de devletin küçültülmesi, sol kesiminde uluslararası sermaye için yeni yatırım alanları açılması, işçi sınıfına saldırı, işçilerin işten atılarak açlığa mahkum edilmesi, vs. olarak değerlendirildi. Kamu kesiminde yaşanan özelleştirme ve küçülmeye karşı halkın geniş bir kesiminde oluşan tepkiye paralel olarak sol partiler, devlete sahip çıkma misyonunu üstlendiler, parti programlarının birinci maddesi olarak özelleştirmeye karşı siyasetler geliştirdiler.

Hiç kuşku yok ki, kamu kurumu niteliğinde ve çok geniş istihdam olanaklarına sahip şirketlerin özelleştirilmesi ve bunun ardından bu şirketlerde yoğun işçi çıkartılması veya kimi zaman bu şirketlerin kapatılması sonucunda çalışanların işlerine son verilmesi; öte yandan sosyal devlet niteliği itibarı ile devletin üstlenmiş olduğu sağlık, eğitim, vs. gibi alanlarda verilen hizmetin kapsamlı bir özelleştirmeye tabi tutulması veya tümüyle olmasa bile, kâr amacına yönelik özel sermayenin faaliyetine açılması; bütün bunlar tam anlamıyla sermaye ve paranın her şeyden ön planda tutulduğu kapitalist sistem ve onun sözde sosyal devlet anlayışının kaçınılmaz sonuçlarıdır ve bu nedenle de hiç kuşku yok ki geniş kesimlerin haklı tepkilerini çekecektir. Ne var ki, bunu yaparken, aynı zamanda da “kapitalist” özü itibarı ile devletin halka en temel ihtiyaçları götürmede neden böylesine aciz olduğunu, uluslararası sermayenin küreselleşme sürecinde karşı karşıya kaldığı sorunlar ve bunun tüm kapitalist dünya ulus devletlerine ne şekilde yansıdığını da aynı ağırlıkta göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak böyle yapıldığı zaman, gerçekte uluslararası sermayenin öncülüğüne yapılan işçi sınıfına saldırının boyutları ortaya çıkartılabilir ve buna karşı doğru sınıf tavrı konabilir.

Ulusal devletlerin her alanda küçülmesi ve sosyal nitelikli hizmetlerin de sağlanması dahil, geleneksel kamusal alandan uzaklaştırılması ve sadece ülkenin askeri, savcısı ve polisi konumuna indirgenmesinin, uluslararası sermayenin karşı karşıya kaldığı tarihsel dönüşüm zorunluluğu karşısında temelde devlet ile olan geleneksel birlikteliğine gözden geçirmekte olması, ve şimdiye kadar kapitalizmin savunulmasına yönelik tekelci devlet kapitalizminin artık sona ermesinin yattığını görmek gerek. Bu zorunluluğun nedenlerini bulup ortaya koymak ve buna göre sınıf hareketinin hedeflerini daha tutarlı belirlemek de en onun değişimine karşı çıkmak kadar kaçınılmaz bir zorunluluk. Aksi taktirde, olayların temelinde yatan olguların ne olduğu göz ardı edilir, sonuçla işçi sınıfı ve emekçileri doğrudan ilgilendiren yüzeysel sonuçlara bakılarak “sol popülizmden” öte sağlıklı bir sınıf tavrı belirlemek mümkün olmaz.

Biraz daha yakından bakılırsa görünen şudur: Devletin öteden beri gelişen işçi sınıfı hareketi karşında zorunlu olarak girdiği tekelci devlet kapitalizmi niteliğini yitirmektedir. Finans kapital, sermayenin sınıfsal egemenliğini orta sınıflarla göreceli ittifak içinde temsil etme geleneksel niteliğini terk etmekte, orta sınıf ile bu tarihsel ittifakını bozmakta ve bunun sonucunda da devletin daha önce gereksinim duyduğu güçlü yapısından arındırarak küçültmektedir. Görüleceği gibi bu durum, işçi sınıfının yanı sıra toplumdaki tüm sosyal sınıflar ve onların siyasi temsilcilerini ilgilendiren bir sorundur. Ancak bu gelişmede işçi sınıfının konumu çok farklı ve bunun üzerinde önemle durmak gerekiyor: İşçi sınıfı, başta tüm emekçiler olmak üzere, kendisi dışında tüm toplumun sınıf ve çıkarlarına uygun düşecek tarihi bir hedefe; yeni bir toplum kurma hedefine yönelir. Ulusal devlet ile ilgili karşılaşılan yeni gelişmeler bağlamında işçi sınıfı, ortaya çıkan bu yeni durumu yalnızca kısa vadeli çıkarları doğrultusunda değil, ama aynı zamanda bu tarihsel perspektif içinde kalarak; yani kapitalizmin ayakta kalması için ulusal devletlerle yaptığı zorunlu işbirliğin sona erişi perspektifi içinde bir değerlendirme yaparak stratejisini belirlemelidir.

Burada söylenmek istenen şudur: toplumlar kaçınılmaz olarak kesintisiz bir hareketlilik ve bir gelişme süreci içindedir. Bu gelişme süreci içinde, kimi zaman çıkarları bu gelişme sürecinde ortaya çıkan değişikliklere uygun olmayanlar olacaktır ve bunlar bu gelişmeyi engellemeye çalışacaklardır. Kuşkusuz, toplum içinde yer alan her kesim gibi, işçi sınıfının da bu gelişmelerden olumlu yada olumsuz etkilenecektir. Ancak işçi sınıfının, gelişme süreci içinde ayakta kalamayacak ve yok olmaya mahkum olan belirli kesimlerin gelişme sürecine ayak diretmesinde takınacağı tutarlı tavır onun uzun vadeli, tarihsel çıkarları açısından çok önem taşır. Bu bakış açısından ele alındığında, ulusal devletlerin küçültülmesi, sermayenin artık orta sınıflar ile olan tarihi uzlaşmasının zorunlu olarak sona erdirmesi anlamına gelmektedir. Kapitalizmin, toplumlarda geniş bir kesimi oluşturan orta sınıflara sosyal devlet aracılığı ile sağlanan güvenceler artık sağlanamaz duruma gelmiş ve işçi sınıfı hareketine karşı durmak için gerçekleştirilen orta sınıf ile zorunlu ittifak yine bilinen zorunluluklarla sona ermiştir. Sosyal devlet safsatası ile ve esas olarak orta sınıflara sağlanan iş güvencesi, eğitim ve sağlık hizmetleri, vs., artık kapitalist sistemin ödeyemeyeceği kadar ağır yükler haline gelmiştir. Sözde sosyal devlet niteliği ön plana çıkan zengin ülkelerde artık içine düşülen kapitalist ekonomik bunalımdan çıkılmak için son çare olarak bu yükten kurtulmak istenmektedir. Uluslararası sınıf hareketinden gelen tehditlere karşın uluslararası sermaye, artık bu yükü kaldıramaz hale gelmiş ve bu tarihi ittifakı bozma yoluna girmiştir. Bu yeni durum karşısında işçi sınıfı, kendine bu koşullar altında yeni hedefler belirlemelidir.

Ulusal Devlet ile İttifakın Bozulması

Kapitalist sistemin yakın zamanlarda içinde olduğu derin bunalım, sosyalist sistemin bunalıma girmesini de fırsat bilen uluslararası sermayeye uzunca zamandır kolladığı kendine yeni bir çeki düzen verme ve yeniden yapılaşma olanağı sağladı.[vi] Yaşanan son gelişmelerin, sosyalizmin geçici bunalımı ile çok yakından olduğuna değinmek gerekiyor. Çünkü sermaye, çok uzun dönem boyunca bu korkuyu içinden atamadı ve en uygun fırsatlarda dahi kendini tam anlamıyla özgürleştirecek olanakları kullanmaktan çekindi. Ama şimdiki cesaret ve atılganlığının altında, aynı zamanda sermaye birikiminin olağanüstü düzeylere ulaşmış olması da yatıyor. Bu yaygınlık öylesine kapsamlı hale geliyor ki, artık sermeye, çoktandır kendi ulusal pazar sınırlarına sığamayacak ölçüde büyümüş olmakla kalmıyor, aynı zamanda bu süreç içinde şirket birleşmeleri olarak tanımlanan ve gerçekte artık ayakta kalamayacak bir sermayenin kendisinden daha güçlü bir başka sermaye tarafından ele geçirilmesi ile gerçekleştirilen bir başka birikim süreci ile de küreselleşme olarak nitelenen ve tüm ulusal pazarları kapsayacak büyüklüğe erişiyor. Bütün bu süreç tek bir amaç, sermayenin kendini yeniden üretebilmesine imkan sağlayacak oranda kâr dürtüsü çerçevesinde geçekleştiriliyor. İşte uluslararası sermaye, bu süreç içinde karşı karşıya kaldığı bir başka dönüşümü de gerçekleştirmeyi hedefliyor. Bir zamanlar zorunlu olarak terk ettiği liberal ekonomiyi yerleştiriyor. Bunun için kapitalist ulus devletleri ile olan tarihi ittifakını bozuyor: Kapitalizm, artık dünya işçi sınıfı hareketinin yükselişi karşısında, zorunlu olarak gerçekleştirdiği tekelci devlet kapitalizminin kabuğunu kırıyor, uluslararası sermaye, artık ulusal sınırlar içinde tüm toplumsal hayatı düzenleme işlevini üstleniyor.

Devlet, ilk aşamada burjuvazinin egemenliği aracı işlevi görmüştü.[vii] Bu işlevi, kendini sermayenin ulusal düzeyde başta işçi sınıfı olmak üzere diğer sınıf ve tabakalara karşı baskı ve sömürü aracı olarak kullanmak, ulusun bağımsızlığını korumak, kapitalist emperyalist ülkeler arası çelişkilerde ulusal sermayenin çıkarlarını savunmak, uluslararası düzeyde ulusal sermaye yararına emperyalist fetihler sağlamak, vs. gibi biçimlerde kendini göstermekteydi. İlginçtir, kapitalizmin ortaya çıkışı aşamasında kapitalist devlet, burjuvazinin işçi sınıfı dışındaki diğer sınıflara karşı egemenliğini temsil etmiş, hatta kimi zaman bu doğrultuda burjuvazi, işçi sınıfı ile işbirliğine bile girmişti.

Ancak, zamanla işçi sınıfının bilinç düzeyi ve örgütlülüğünün yaygınlaşması ve enternasyonal sınıf hareketinin Ekim 1917 devrimi ile birlikte sınıfsal tehdidinin yükselmesi ile birlikte burjuvazi, Buharin’in de isabetli bir biçimde çözümlemiş olduğu gibi,[viii] devlet ile tarihi ittifaka girişmiş ve bu şekilde kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmi haline dönüştürülmesi ile onun işçi sınıfı mücadelelerine karşı ulusal ve uluslararası düzeyde karşı durabilmesi mümkün olmuştu. Tekelci devlet kapitalizmi, burjuvazi için zorunlu, kaçınılmaz ve bunun karşılığında da, devlet aygıtına verilmiş çok kapsamlı tavizleri içeren bir işbirliğini içermekteydi. Çünkü K. Marx’ın 19. Yüzyılın ortalarında ileri sürdüğü kehanet, 20. Yüzyıl ile birlikte gerçekliğe dönüşmüş, özellikle Rusya proletaryasının başarısından sonra, tüm Avrupa’yı içine alan devrim dalgası burjuvazinin kapısına dayanmıştı. Bilindiği gibi, tüm Avrupa’da işçi sınıfı, Ekim devrimi ile yükselen enternasyonal devrim dalgası ile iktidarı almaya ramak kalmıştı. Ama, tekelci devlet kapitalizmi, onu son aşamasını niteleyen faşizm altında yol açtığı iki dünya savaşı ile insanlığın o zamana kadar karşı karşıya kalmadığı ölçüde ağır bir bedel de ödeme pahasına işçi sınıfının enternasyonal yükselişini durdurma başarısını gösterdi.

Kapitalizmin, 20. Yüzyılın ilk yarısında geçirdiği derin bunalımdan bu yana değişen ne oldu, ya da, bir başka deyişle, iki dünya savaşı sonrası aradan geçen 50 yıllık “sakin” dönem, insanlığın yüzyıllar süren tarihi açısından ne kadar uzun bir süre sayılabilir? Bunların yanıtını vermek güç, ama şu kadarı söylenebilir ki, bu dönem içinde sermayenin dünya çapında güçlerini toparlama ve varlığını sürdürebilme doğrultusunda elinden gelen çabayı göstermiş olduğu anlaşılıyor. Geçen zamanı daha iyi değerlendirecek bedeli insanlığa ödetti ve bunun meyvesini şimdi topluyor. Merkezinde ABD’nin metropol ülke olarak yer aldığı tek merkezli bir kapitalizmi yerleştirme çabası içinde. Şimdi, kapitalizmin tüm tarafların uyduğu bir orkestra şefi var ve bu alanda hızla önlemlerini bir yürürlüğe sokuyor.

Eski tekelci devlet kapitalizmi süreci çerçevesinde, tek tek her ülkede devletin burjuvazi adına kapitalist uygulamalardan hemen hemen tek sorumlu olduğu devir geride kaldı. Sermayenin yürürlüğe koyduğu tekelci devlet kapitalizmi ile, esas olarak bir orta sınıf oluşturma amaçlanmıştı. Bu şekilde toplumda kapitalizmin çıkarlarından yararlandırılacak orta sınıfın, onun işçi sınıfı ile olan çelişkisinde bir tampon işlevi üstlenmesi, sınıfsal çelişkilerin yumuşatılması, dolaysı ile işçi sınıfından gelen tehditler önlenmesi düşünülmüştü. En önemlisi de orta sınıflar, burjuva ideolojisinin tabanını oluşturacaktı. Orta sınıfların varlığı, zaten tekelci devlet anlayışının özünde yer alıyordu. Toplumsal işlevlerin büyük bir çoğunluğu, kapitalizmin, “görünmeyen eli” yerine devlete verilecekti. Bu işlevi üstlenenler, yani yeni biçimiyle devlet içinde yer alan kesimler, tümüyle orta sınıfı oluşturuyordu

Tekelci devlet kapitalizmi, yükselen uluslararası sınıf hareketi karşısında aynı zamanda bir şekilde “sosyal devlet” imajı oluşturarak meşruiyet kazanma amacını da taşıyordu. Buna göre, kapitalist sistem, esas olarak insanlara demokrasi ve sağlık, eğitim, barınma, vs. gibi sosyal sorunların çözümlendiği sınıflar üstü bir merkezi devlet yapısı oluşturabilecekti Aynı şekilde, kamu etkinliği ve kamusal mülkiyetin kapitalist işleyiş içinde kalınarak belli ölçüde yaygınlaştırılması, sistemin kronik bunalımları için bir güvence niteliği taşıyacaktı. Bu model zamanla çok yaygınlaşacak ve özellikle sermaye birikimini yeterince oluşturamamış fakir kapitalist ülkelerde yeni bir kalkınma modeli olarak sunulabilecekti.

Tekelci devlet kapitalizmi, yarattığı sınıflar üstü kamusal devlet imajı, ne kapitalist, ne de işçi sınıfına ait olan orta sınıflara dayandığı iddiasından kalkarak özellikle zengin kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketini durdurmada başarılı olmuştu. Ne var ki, “orta sınıflar” esas itibarı ile kapitalist sisteme “yabancı”, kapitalist sisteme zorunlu olarak sokulmuş bir kategori niteliğindeydi.[ix] Zorunlu olarak oluşturulan ve ayakta tutulan bu orta sınıfların günümüz kapitalizminde gelinen son aşamada bu yabancı niteliği çok daha belirgin olarak kendini hissettirmeye başlıyordu. Bir taraftan devletin, tekelci devlet aşamasından miras kalan “sosyal devlet” anlayışı ve diğer taraftan da tekelci devlet kapitalizmi içinde devletin, oluşturulan toplumsal sözleşmede göreceli bağımsızlık kazanır hale gelmesi, başlı başına ekonomik ve siyasi bir kambur haline geliyordu. Uzunca bir zamandır artık kapitalist sistem bu kamburu taşıyamaz hale gelecekti

Kapitalizm, son yüzyılın bütün bir çeyreğinde içine düşmüş olduğu bunalımdan kurtulmak için her türlü yolu denemektedir. En son çare olarak da, metropol ülke ABD örneğinde, bütün kapitalist ulus devletlerin bu sosyal devlet niteliğinden sıyrılması istenmektedir. Uluslararası sermayenin temsilcisi niteliğindeki kurumlarda, sürekli olarak bu doğrultuda önerilerde bulunmaktadır. Deregülasyon olarak tanımlanan bu model içinde uluslararası sermaye, kısaca tekelci devlet kapitalizmi dönemine ait devlet ile olan kutsal ittifakını sona erdirmek istemektedir. Deregülasyon, yani tekelci devletin, ulusal düzeyde tüm kapitalizm adına yaptığı regülasyon-ayarlama işlevine son verilmektedir. Devlet her alanda küçültülmekte, orta sınıf giderek ortadan kalkmaktadır. Buna bağlı olarak kapitalist sistem içinde yabancı ve gerçekte asalak orta sınıf çözülmekte, hızla proleterleştirilmektedir.

Küreselleşme ve Ulusal Devlet

Tekelci devlet kapitalizmi, ABD’de daha en başta yaşlı kıta ülkelerinden farklı nitelendirilebilecek bir yol izledi ve bugüne geldi. ABD’de hemen hemen hiç bir zaman devletin bir “sosyal” işlev üstlenmesi gerekliliği göz önünde bulundurulmadı. Ama daha çok kendine özgü tarzda bir profesyonellik ve faydacılık işlevi üstlenerek ABD’nin önde gelen sermaye kesimlerinin doğrudan hizmetinde ve ondan çok daha az bağımsız nitelik kazandı. Esas olarak da, kapitalist egemenliğin pekiştirilmesinde ve emek sermaye çelişkisinde sermayenin yanında yer alan bir güç oldu. Bunun yanı sıra, sermayenin Avrupa’ya kıyasla çok daha yoğun bir birikim düzeyine ulaşmış olması ile, ekonomi veya sanayide devlet tekelleri, ya da istihdam yaratma açısından kamusal alanların oluşturulmasına hiç rastlanmadı. Bu profesyonelce yaklaşım sayesindedir ki devlet, sermaye için çok daha yararlı oldu. Bu niteliği ile sermayenin işçi sınıfına uyguladığı baskı ve şiddet, bütün Avrupa ülkelerinde olduğundan çok daha kapsamlı ve emeğin sömürüsü ise çok yoğun oldu. Bu bakımdan ABD’de insan hakları ihlallerinin sıradan olay olması hiç rastlantı değil.

ABD, kendi modelini tüm diğer kapitalist “alt-metropol” ülkelere öneriyor. Avrupa’da bunu Teacher döneminde çekilen büyük sancılar pahasına uygulamaya sokan ilk ülke İngiltere oldu. Şimdi İngiltere, aynı uygulamayı tüm Avrupa ana karası içindeki uygulamalar için öğreticilik yapıyor. İngiltere’de de olduğu gibi Fransa ve Almanya’da da (ve diğer gelişmiş kapitalist ülkeler ile birlikte Türkiye’de de) deregülasyon uygulamasının öncülüğünü sosyal demokrat hükümetler yaptı. Ama hiç kuşku yok ki, onlar da İngiltere gibi şimdiden yürürlüğe soktukları sosyal devlet uygulamasına son verecekler. Aksi taktirde, bunalımdan kurtulamayacaklar veya kapitalizmin dünya çapındaki savunucusu ABD’yi karşılarında bulmaya devam edecekler.

__________________
(i) Bu öylesine güçlü bir oluşum olarak ortaya çıkmıştı ki, pazarın büyütülme çabası, ulusları aşarak aralarında hiç bir yakınlık olmayan bir kaç ulusu bir araya getiren imparatorluk oluşturma biçimine dönüşmüştü. Bir bakıma erken-küreselleşme olarak nitelenecek bu imparatorlukların ulus temelinde olmaması nedeniyle kararlı bir yapı sergilemediği, hatta kimi zaman onu engelleyici nitelik taşıdığı (doğu imparatorlukları örneğinde olduğu gibi) anlaşılacaktı.

(ii) Sermayenin uluslar-arasılaşma süreci öncesinde, sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketleri, genelde anti-emperyalist bir nitelik taşımaktaydı. Oysa, günümüzde, etnik ayrışma sürecine giren alt-ulusların hemen hemen tümünün artık giderek tek merkezli bir yapı kazanan uluslararası sermaye yandaşı olması ilginçtir.

(iii) W. I. Robinson, J. Harris, “Toward a Global Class”, The Journal Science and Society, Vol. 64, sayfa 11-54. Robinson ve harris, uluslar-üstü kapitalist sınıfın doğuşu, çok uluslu şirketlerin yaygınlaşması, doğrudan yabancı yatırımların artması, uluslararası özel şirketler ve sermaye kuruluşlarının yaygınlaşması süreci sonucunda ortaya çıktığını söylüyorlar. Öte yandan, uluslararası şirketlerde çeşitli biçimde satın alma, şirket evlilikleri ile ortaya çıkan birleşmelerin buna kanıt olarak gösteriyorlar. Ne var ki, bütün bunlar, sermayenin azalan kâr oranları karşısında daha büyük bir pazar arayışı içine girmesi, öte yandan sermayenin giderek daha az bir kesimin elinde birikmesi gibi kapitalizme özgü bir gelişme ve kapitalist sermayenin oluşumunda bir yenilik anlamını taşımıyor.

(iv) J. Woddis

(v) Özellikle Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelesinde ayrılmaz parçası olarak kabul edilen ulusal sermaye, günümüzde etnik sorun ile bağlantılı olarak bir kez daha gündeme geliyor. Ulus devlet içindeki etnik hareketleri körükleyen, bu harekete öncülük eden, hareketi örgütleyen ve uluslararası bağlantılar aracılığı ile meşrulaştırılmasını sağlayan kesimlerin niteliği önem kazanıyor.

(vi) E. Hobsbawn, Batı dünyasının Sovyetlerin silahlanma yarışına zorunlu olarak katıldığı, bunun doğal bir savunma içgüdüsü olduğunu, yoksa Sovyetlerin ne niyet olarak, ne de bunu kaldıracak askeri ve ekonomik güçte olmadığını uzunca zamandır bildiklerini yazmaktadır. Ama kuşkusuz, ABD’nin devletin işlevinin asgariye indirildiği yeni liberal ekonomi anlayışını dünya çapında yaygınlaştırmak için Sovyetlerin çözülüşü, fiili güç olarak değil, ama ideolojik amaçlarla beklemiş olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa, bu tür liberal ekonomik anlayışın refah toplumları için şok edici olabilir. Ama ABD, çok önceden ele geçirmiş olduğu fırsatı değerlendirmek ve bunu ekonomik bunalımdan çıkmak için bir çıkış yolu yapmaya kararlı görünüyor ve dünyanın büyük çoğunluğu tarafından içilen acı ilacı refah Batılı toplumlarına da tattırmak istiyor.

(vii) F. Engels’in salt kapitalist devlet değil, ama daha çok devlet kavramı üzerinde çok ayrıntılı inceleme yaptığı biliniyor. Engels, yaptığı çalışmalarda devletin, temsil ettiği veya egemenliği sağladığı sınıftan bağımsızlığını kazandığına değinir. Burjuva adına gücü temsil eden devlet, bunu burjuvaziye yöneltmese bile, en azından kendi bağımsızlığını için bir araç niteliğini taşıyabiliyor. Engels, devletin bu bağımsızlığının kimi zaman bir ulusun çökmesine bile yol açabileceğini söylüyor. Aynı durum, K. Marx’ın devlet ile ilgili tüm yaklaşımlarında da geçerli. Marx’ın yeni toplumun hiç bir aşamasında devleti zorunlu bir kurum olarak görmediği gibi, ona sadece işçi sınıfının düşmanı ile mücadelesi dışında herhangi bir aşamada hiç bir toplumsal görev vermiyor. Tam tersine, Paris Komünü'nden sonra da devletin parçalanması gerekliliğine işaret ediyor.

(viii)Emperyalizm aşamasında ulusal sınırların genişletilmesi sorunu ile bağlantılı olarak Buharin, Savaş ve Ekonomik Gelişme başlığı altında finans kapitalin güçlenmesi, devlet müdahalesinin artması, Devlet kapitalizmi ile ulusal tröstler ve devlet kapitalizmi ve sınıflar alt başlıkları ile tekelci devlet kapitalizminin ana hatlarını çizer. Buharin, Dünya Ekonomisi ve Emperyalizm, Özgün Yay., Temmuz 1975, s. 150

(ix) Orta sınıf, Marksist teoriye içinde en çok tartışılan kavramlardan biridir. Bunun nedenini anlamak mümkün değil, çünkü K. Marx’ın bu konuda çok açık ve net bir tanımlaması var: “Ülkenin dört bir tarafına dağılmış halde, kalıcı ordusu, polisi, bürokrasisi, ruhban sınıfı ve yargı organları ile merkezi devlet gücü, sistematik ve hiyerarşik bir işbölümü içinde mutlak monarşi döneminde ortaya çıkmış ve tarih sahnesinde boy gösteren orta sınıf toplumunun hizmetinde (onun temsilcisi niteliğinde), onun feodalizme karşı mücadelesinde güçlü bir silah niteliğindedir”. Üretim aracı sahibi olmadığı gibi, üretim faaliyetlerine de katılmadığı halde kapitalistin – ve işçi sınıfının- hayatı pahasına ortaya konan “artı değerden” bir pay alan orta sınıfın bu misyonu ve bu misyonunun sermaye için taşıdığı önem, bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Sermayenin, tekelci devlet kapitalizmi içinde, kapitalizmin tümü adına devrettiği egemenlik işlevini üstlenen, bu egemenliği paylaşan kesim olan orta sınıf, burjuva devletin çatısını oluşturması nedeniyle aynı zamanda ona hayat veren kesim olduğu da söylenebilir. Biraz ileride, K. Marx şunları söyler: “Yeni ortaya çıkan orta sınıf, emperyalist devlet içinde feodalizme karşı kendi kurtuluşunu sağlamak amacıyla alçakça kullandığı en son biçimini alır.”