BÖLÜM III

İdeoloji ve Ulus Sorunu

Ulusal sorun, Marksistlerin sıklıkla kavram karmaşası içine düştüğü, Marxizm’in temel doğruları ile günlük hayatın gerçeklerini bağdaştırmada yetersiz kaldığı alanlardan birini oluşturur. Gerçekte bu, bir bakıma Marxizm’in artık toplumda her türlü muhalefet ile bağlantılı olduğu düşünülmesi anlayışından kaynaklanır. Oysa, bu durum yanıltıcıdır. Marxizm, işçi sınıfının ideolojisidir. Onun kurtuluşu için mücadele eder. Ne var ki, günümüz toplumlarında işçi sınıfı dışındaki sınıf ve tabakaların hakim sınıflarla çeşitli biçimde uzlaşmazlığa düştüğü, bu uzlaşmazlıkların kimi zaman oldukça ciddi boyutlara ulaştığı görülür. Köylüler, tarım destek fiyatlarının yetersizliğinden şikayetçidir. Devlet memurları, doktorlar, öğretmenler, özlük haklarından, maaşlarının azlığından şikayet ederler. Öğrenciler her geçen gün, kimi zaman ülke sorunları ile ilgili olan, ama genellikle üniversitelerde kendi sorunlarını dile getirmek doğrultusunda kamuoyunda ilgi ile karşılanan eylemlerde bulunurlar.

Hiç kuşku yok ki, Marxizm, hümanist bir projedir. Ama, ne yazık ki, bu hümanist projenin hayatın nesnel yasaları çerçevesinde tutarlı ve somut olarak ele alınması kaçınılmazdır. Aksi taktirde Marxizm, hümanizm iddiasını tutarlı bir biçimde yürürlüğe sokamaz. Hümanizm, yoğun olarak insan nesnesi ile yakın ilişkiyi getirir. Ama, bu ilişkide birey, kendi içinde, öznel bir birey değil, ama nesnel, temsili, tüm toplumsan yaşam için ortak, onu simgeleyen bir bireydir. Marksist hümanizm, insanın kendine özgü, bir anlamda toplumun bütünü için ortak olmayan sorunları dışlar. Bu, felsefe olarak insanı dışlama ile özdeştir. Felsefe, bireyi esas alır. Ama, ideolojinin öznesi toplumdur.

Marksist hümanizm, insanı tüm toplum adına kollar. İnsan ve toplum çelişkisi içinde ilk bakışta toplumun yanında yer alır. Materyalist yaklaşım, öznel kaygıları, özneyi bir nesne olarak dışlar. İdealizm ise, Marxizm’in tersine, özne olarak insanı aldığını varsayar. Ama bu sahte bir yaklaşımdır. Onun için insan kavramı, toplumu içermez. Toplumun sadece elit, öne çıkan kesimleri için hedefler içerir. İdeoloji olarak insan kavramının “kullanan” idealizmin tersine Marxizm, bu sahte hümanizmi dışlamakta, toplumun bütünü adına bir insan hümanizmini savunmaktadır.

Birinci Dünya Savaşı öncesindeki on yıl içinde, bütün dünyada Marksistler, yaklaşan savaş sırasında kendi ülkelerine mi, yoksa uluslararası işçi sınıfı hareketine mi sadakat göstermeleri konusunu tartıştılar. Ulusal sorunla ilgili karşılaşılan ve Marksistler için turnusol kağıdı işlevini gören durum, salt bununla sınırlı kalmayacaktır. Yeni yüzyıl ile birlikte, kapitalist ülkelerin sömürge siyasetlerinin ardından, uluslararası sosyalist hareket, sömürgeciliğe karşı çıkma sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Gerçi, İkinci Enternasyonal içinde, sömürgeciliğe karşı çıkmayan yoktur; ama, kimi Marksist, bunun artık bir olgu olduğunu düşünüyor; bunu engellemek için kendi ülkelerine karşı harekete geçilmesine onay vermekte imtina ediyorlardı. Hatta daha da ileri giderek, geri kalmış sömürge halklarına, Avrupalılarla eşit muamele edilmesi gerektiğine de inanmıyordu. İdealizm, hümanizm adına bir kez daha ikinci enternasyonal döneklerini barbar sömürge insanına karşı, çağdaş Avrupa insanının üstün olduğu fikrine inandırmıştı.

Bilindiği gibi, İkinci Enternasyonal partileri, insanlığın mahvına yol açacak bir dünya savaşına karşı duramamış, savaş kredilerine karşı olumlu oy vermişlerdi. Marksistlerin burada ulusal sorun bağlamında karşı karşıya kaldığı ikilem, onları sadece geleneksel militarist ve söven duyguların açısından değil, ama bir insan olarak en temel davranış biçimlerinden, sömürge ülkelerinde olduğu gibi, insanın en bayağı yöntemlerle bir başka insan tarafından sömürülmesi konusunda kararsızlığa ve tutarsızlığa itebiliyordu. İkinci enternasyonali dönekliğe iten ulusal sorun, bu bakımdan, Marxizm'de üzerinde önemle durulması gereken konuların başında geliyor.

Yukarıda anlatılanlar, "ulusal" sorunun çok farklı alanlarda Marksistlerin karşısına çıkabildiğini gösteriyor. 1. Paylaşım savaşında Marksistler, bu savaşın yurt savunmasından çok temelde emperyalist emeller uğruna olduğunun bilincindeydiler. Ama bir bakıma, savaş ortamında, çıkış nedeni, nihai hedefi, vs. ne olursa olsun, ülkeleri bir düşman tehdidi ile karşı karşıya kalmıştı ve Marksistler enternasyonal oldukları kadar, aynı zamanda kendilerini yurtsever olarak da görüyorlardı. O zamana kadar hiç bir şekilde yurtsever ve enternasyonal kimlikleri bu denli karşı karşıya kalmamıştı.

Bir savaş karşısında, ne şekilde olursa olsun, düşman tehdidi altında kalan ülkeleri için savunma bütçesine karşı olumsuz oy kullanmak gibi katı bir tutum takınmanın güçlüğü anlaşılabilir. Ama, ülkelerinin yürüttüğü sömürge siyasetinin barbarlara medeniyet karşısında Marksistlerin ikilemini anlamak daha da güçtür. Burada, Marksistler hiç kuşku yok ki ülkenin ulusal çıkarları ön planda tutmaktadır. Ama, bu yurtseverlik anlayışı yanı sıra, Marksistlerin büyük ulus şovenizmi, kendini beğenmişlik ve dünyaya hakim olma duygusunun insana sağladığı özgüven gibi, bir anlamda ilkel sayılabilecek duyguların etki altında kaldıkları anlaşılıyor. Sömürge siyasetine karşı çıkmalarına karşın, Enternasyonal'de sömürgeciliği lanetleme adına yapılan oylamada, katılanların sömürgesi olan ve olmayan ülkelerden gelen delegeler olarak belirlenen bir ayrım ile görüş bildirmelerinin bu ilkel davranış biçiminin ötesinde bir açıklaması olamaz.

Bu ilkel davranış doğrultusunda, oylamanın yapıldığı Enternasyonal Stuttgart kongresi karar taslağına, "sömürgeciliğin medeniyeti geliştiren bir özelliğe sahip olabileceği" biçiminde bir cümle ilave edildi. Bir-iki oportünistin ayak oyunu gibi görünen bu davranışın, yapılan oylama sonucunda, neredeyse kongresin yarısına yakını tarafından paylaşıldığı hayretle görülecekti.

Sömürge tasarısı, yapılan oylamada çok az bir farkla kabul edildi, böylelikle oportünistler, şimdilik kaydı ile kaybetmiş oldular. Ama oportünistler yılmadı. Arka arkaya anti-militarist karar tasarılarının altına imza atan Enternasyonal, en sonunda 1910 Kopenhag kongresinde, saldırı karşısında ulusal savunma hakkını onayladı. Marksistlerin tam da burjuvazinin istediği bir noktaya evirilmeleri, gerçekte onların sınıf tavırlarındaki tutarsızlığı ile bağlantılıydı. Çünkü, 1912 Basle Kongresinde, artık bir avuç azınlık niteliğinde kalan gerçek Marksistler adına karar metni öneren R. Luxembourg, Lenin ve Martov, Marksistlerin ulusal sorunu bir savaş tehdidi karşısında, savaşı önlemek için her türlü çabayı göstermeleri gerektiğini, ama buna karşın savaş patlak verirse, bundan burjuva sınıfının hakimiyetini sona erdirilmesini çabuklaştırmak için mümkün olan her şeyi yapmak olmalıdır diyerek aşmaları ve uluslararası sosyalizm adına, kendi vatanlarının yenilgisini istemekte duraksamamalarını istedi. Her şeye karşın tutarlı Marksistler, bir kez daha bu zorlu sorunu sınıf bilinci ile aşmasını bilmişti.

Ulus sorunu, Lenin'e kadar Marksist literatürde başlı başına ele alınıp incelemedi. Burjuvazinin devrimci niteliğini sorgulaması bağlamında ulus sorununu, Marx ve Engels'e atfetmek tam anlamıyla bir yanılgıdır. Kuşkusuz her ikisi de, burjuvazinin feodaliteye karşı yürüttüğü uluslaşma hareketinin içinde yer aldılar. Bu süreci yakından izlediler. Bunun insanlık tarihinde üretim güçlerinde o zamana kadar görülmemiş bir atılım sağladığını yazdılar. Bu sürecin yanı sıra, Rusya ve Avusturya imparatorluklarının gericiliğin kalesi olduğunu söylediler. Çeşitli ülkelerde, ulusal hareketlerin izlemesi gerektiği yolu tartıştılar. Bütün bunlar, tarihin somut gelişimine şahitlik yapan bilim adamı gözü ile ele alındı ve incelendi. Ama hiç birinde, proletaryanın konumunu, Plehanov ile başlayan ve günümüze kadar uzanan biçimiyle, devrimci nitelikte olsun olmasın, burjuvazinin yanında görmediler.

Marx ve Engels, başından beri kapitalizmin Avrupa'daki yükselişini, bu sürecinin tamamlanışını hem tarihsel, hem de üretim güçlerinin gelişmesi bazında maddeci görüşle izlerler ve yansıtırlar. Bu süreçte burjuvazinin tarihte tam anlamıyla devrimci bir rol oynamış olduğunu belirtiyorlardı.(1) Ama bunu yaparken, burjuvazinin farklı uluslardan insanlara uyguladığı baskı ve eziyete karşı durduğuna, üretim güçlerinde o zamana kadar görülmemiş bir sıçrama sağladığına vurgu yaptılar. Burjuvazi her ne kadar, feodalitenin din ve siyaset aldatmacalarının maskelediği sömürü yerine zorba, utanmaz, doğrudan ve çıplak sömürüyü koyuyorsa da, bu onun hareketinin ilerici olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.(2) Öte yandan, burjuvazinin mutlakıyete karşı duruşunun, kimilerin ileri sürdüğü biçimde, burjuva demokratik devrim olarak bakmadıkları gibi, bu tarihi devrimci konumu nedeniyle de sosyalistlerin görevinin burjuvazi ile işbirliği halinde mutlakıyete karşı mücadele etmek(3) olduğunu açmazına da sürüklenmediler.(4) Çünkü böyle bir yaklaşım, tam anlamıyla Aristo mantığı olur, diyalektik bakış açısından uzaklaşmak anlamını taşırdı. Gerçekten de, burjuvazi ile proletaryanın diyalektiği, onların kader birliği etmesini değil, tam tersine, uzlaşmaz bir zıtlıkla karşı karşıya gelmesini gerektiriyordu. Nitekim, bu bakış açısından hareketle, bu iki sınıf arasındaki ilişkinin birlik değil, uzlaşmaz karşıtlık olduğunu belirtirler; burjuvazi, feodalizmi devirmekte kendi mezar kazıcılarının da tarih sahnesine çıkmasına yol açmıştır: burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte kendisine ölüm getiren silahları da hazırlamış olmakta, bununla da kalmayarak, bu silahları kullanacak insanları da, yani proletaryayı – modern işçi sınıfını – yaratmış olmaktadır. Bu bakımdan, burjuvazi ile proletaryanın şu yada bu şekilde bir araya gelebileceğine ilişkin Marx ve Engels'ten bir ışık arayanların çabası boşunadır.(5)

Ne var ki, tarihin cilvesi, ironi, burjuvazi ile proletaryayı bir araya getirir. Bunu bizzat Marx ve Engels, proletarya için çok acı deneyimleri ile birlikte aktarır: Burjuvazi, 1789 devrimi ile tarihi misyonunu tamamlar; bundan sonra Avrupa'da yapılabilecek herhangi bir devrimci hareket, ancak proletarya tarafından gerçekleştirilebilir. 1830, 48 ve 71'de Fransa'da olan budur. Burjuvazi, kendi içinde ilerici nitelikte gerçekleştireceği her harekette proletarya ile işbirliği yapar, ama her seferinde verilen sözler unutularak proletaryaya karşı, eşi benzeri görülmeyen bir insan kıyıma girişir. Silahlarını bırakmak istemeyen proletarya, 1848 ve 71 tarihlerinde kitle halinde imha edilir. Kuşkusuz, burada tarihin cilvesi olarak görülen ve burjuvazi ve proletaryanın bir araya gelmiş gibi görünmesine yol açan durum, tarihsel olarak burjuvazinin itici güç olma niteliğini yitirmesi, yerini proletaryaya terk etmesidir. Proletarya, bu devrimci niteliği ile en son 1871'de nihai hedefine ulaşır ve burjuva yönetimine son vererek proletarya diktatörlüğünü ilan eder. Burjuvazinin proletarya ile işbirliği kumarı kendisine pahalıya patlar, uzun sürmemiş de olsa, Paris Komünü onun hayatına mal olur.(6)

Yahudi Sorunu

Yahudi Sorunu adlı eserinde, K. Marx'ın bir ulus, dinsel grup yada bir ulusal grup olarak Yahudilere söyleyeceği bir şeyi olmadığı görülür. Ulusal sorunu ele alış biçiminde bir yaklaşım olarak bakılacak bu eserinde Marx, Alman Yahudilerine seslenir, onlara Yahudi olarak ayrıcalıklı bir kurtuluş istemelerin bencil tavır olacağını söyler; oysa bir Alman olarak Almanya'nın siyasi kurtuluşu için mücadele etmeleri gerektiğini belirtir.(7) Yok, eğer Hıristiyan Alman devletinin bir vatandaş olmak istiyorlarsa, o zaman bu onların bütün Alman ulusuna takılan boyunduruğu onaylayıp, kendilerine takılanı kabul etmemeleri demek olacaktır. O zaman Alman ulusu, kendilerine bu boyunduruğu layık gören Yahudilerin kurtuluşuna neden sempati göstersin ki?

Marx, yaklaşımı, ulusal sorunu kapitalizmin genel sorunu dışında hiç de tek başına almamak veya ulusun geneli için geçerli olan temel sorun dururken, özgül bir sorun üzerinde durmamak değil sadece. Çoğu zaman yapıldığı gibi, sorunu bu açıdan ele almak zaten işi çıkmaza götürür; ulus sorununun inkar edilmesi eleştirilerini haklı çıkartır. Marx, Yahudilere haklı olarak: "Hıristiyanlardan kendi dinsel önyargılarından vazgeçmesini istemeden önce, neden kendi ön yargılarınızdan vazgeçmiyorsunuz?" diye seslenirken, aynı zamanda her iki önyargının ortak temeli olduğunun altını çizer.(8) Bir Yahudi, yada bir ulus kimliği ile ortaya çıkılır ve bir başka hakim din veya hakim ulusun ayrıcalıkları talep edilirse, bu o hakim din yada ulus tavrı ile özdeşleşir. Bu kuşkusuz, sadece Yahudi dini yada ulusu için anlamlı olabilir ancak.

Marx'a göre Yahudi sorunu, tek başına Yahudi veya Hıristiyanların değil, her ikisinin de, dinin tarihin farklı dönemlerinde ortaya çıkan bir gelişme olduğunu, dolaysı ile sorunun çözümü, her iki tarafın da bu dininden vazgeçmesi ile mümkün olur. Ama bu o kadar basit değil; Hıristiyan Alman devletindeki egemen din, aslında bir bu egemenliğin dinidir; Alman egemenliğini temsil eder. O halde, dinin yok edilmesi, ancak bu egemenliğin yok edilmesi ile mümkündür.(9)

Doğu Sorunu

Marx'ın Doğu Sorunu (10) adlı çalışması, New York Tribune adlı dergiye köşe yazarı olarak yazdığı yazılardan oluşur. Yazılar, esas olarak günlük makale düzeyinde, okurlara yönelik üslup içeriyor olmasına karşın Marx'ın gelişmiş Avrupa kapitalizmi, Gerici Rus feodalizmi ve kendine özgü Osmanlı toplumu ile ilgili yaptığı derinlemesine gözlemler ve değerlendirmeler içerir. Özellikle de, 19. Yüzyıl ortalarında Çarlığın yayılmacı siyaseti ve başta Buğdan ve Eflak olmak üzere, Balkanlarda Slavlar ve Rumlardan başlayarak Letonya'dan İsveç'e, Polonya'ya, Kırım'a, Gürcistan'a, Mingreli'ye ve Kafkasya'daki çeşitli ulusal, etnik ve dini topluluklara yaptıkları hamiliklerle yarattığı tehlikeye işaret eder. Özellikle Rusya'nın Osmanlı sınırları içinde, uzun yıllar huzur içinde, Osmanlı yönetiminin kendilerine koyduğu vergi dışında uzun yıllar ulusal ve etnik güvenlikleri yanı sıra, toplumsal açıdan sorun yaşanmayan bu bölgelerde yarattığı karışıklıkların, Batı'nın Osmanlı ile yürüttüğü ticari ilişkilerin bozulmasını istemeyen anlamsız statükocu yaklaşım nedeniyle, görmezden gelinmektedir. Hıristiyanlığı himaye görüntüsü altında ulusal ve etnik ayrımları kışkırtması, Batı'nın korkaklığı ile bir araya gelerek Rusya'nın Büyük Petro'dan sonra yapılan istilalar sonucunda egemenliğini, Viyana yönünde 700, İstanbul yönünde 500, Stockholm yönünde 630 ve Tahran yönünde 1000 mil yaygınlaştırmasına yol açmıştır.(11)

Marx'ın 19. yüzyılın başlarından itibaren, Osmanlı sınırlarında yaşayan Hıristiyan ulusal ve etnik topluluklarda kurtuluş mücadelesini nasıl ele aldığına bir bakalım: Rusya, İkinci Katerina'dan biraz önce yayılmacı emelleri doğrultusunda hiç bir fırsatı kaçırmaz. 1804 yılında Sırp ayaklanması başladığında, ayaklanan beyleri hemen himayesine alır, onlara yardım eder ve yapılan iki anlaşma ile Sırbistan'ın özerklik kazanmasını sağlar. Yunan ayaklanması da Rusya'nın etkisi ile gelişmiştir. Ne Ali Paşa'nın ayaklanması, ne Navarin, ne Fransız ordusu ve de Londra konferansının bunda etkisi yoktur. Asıl etkiyi, Rus ordusunun Balkanları aşarak Maritza vadisine girmesi yapmıştır. Batı'nın statükocu anlayışı sürdükçe, Avrupa Osmanlı'sında yaşayan halkların onda dokuzu kendilerine yardım eden, destekleyen ve kurtarıcı devlet olarak Rusya'yı görmeye devam edeceklerdir.(12)

Burada durup, şu soruyu sormak gerekir: Marx'ın neden bir kaç yüz yıl boyunca Osmanlı tahakkümü altında bulunan ve ulusal ve etnik yapı açısından olduğu kadar aynı zamanda dini, geleneksel, vs. bakımından Osmanlı'dan tümüyle farklı olan, hem de yağma ve talan siyaseti çerçevesinde Osmanlı'nın işgal etmiş olduğu bölgelerde, burada yaşayan halkların ulusal kurtuluş mücadelesine karşı tavır alır görünmekten çekinmemektedir?(13) Marx'ın neden bu ulusların özerlik veya tam bağımsızlıklarını kazanmalarını görmeyip, bunu Rusya'nın ulusal ve etnik grupları kışkırtmak ve Batıllı devletleri buna karşı basiretsiz ve korkak siyaset izlemekle suçlaması nasıl yorumlanmalıdır? Marx'ın bu yaklaşımını sağlıklı biçimde değerlendirmek için onun olayları görünen şekli ile, biçimsel olarak değil, gelişme sürecinin temelini oluşturan, tarihsel maddeci yaklaşım ile ele aldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Marx, yukarıda verildiği gibi, Sırbistan'ın özerklik kazanmasının üzerinde durmuyor; bunu da Sırp veya bir başka halka karşı bir önyargılı olduğu için yapmıyor. Ama belli ki, Avrupa Osmanlı'sı içinde yaşayan halkların özgürlükleri için Rusya'dan medet ummalarını talihsizlik, bundan da öte, büyük bir tehlike olarak görüyor. Şimdi bunun üzerinde durmak gerekir.

Marx, her fırsatta, Rusya'nın gericiliğin kalesi olduğunu, Rus Çarlık otokrasisinin yayılmasının Avrupa'nın geleceği için tehlike oluşturacağını yazıyordu. Bu tehlikenin karşısında durulması için her yola başvurulmalı, hatta bu amaçla, Avrupa devletleri öteden beri statükonun korunması pahasına Rusya'nın bu yayılmacı emellerini desteklemekten vazgeçmeli, bu Amaçla Osmanlı Sultanlarının yanında yer almak gerekiyordu. Bu noktada akla iki soru daha geliyor. Birincisi, neden Rusya yayılmacılığının ulusal ve etnik özgürlükler pahasına önüne geçilmesi bu kadar önem taşıyordu, bu amaçla, Osmanlı'nın desteklenmesi, aynı zamanda onun Balkanlar ve Orta Avrupa'daki varlığını sürdürmesine ve burada yaşayan Hıristiyan ulus ve halklara uyguladığı tahakkümün sürdürülmesi demek olmaz mıydı? Hem, sonuçta Osmanlı da bir feodal veya bununla eşdeğer bir geri toplum biçiminde olması bakımından doğal gelişme süreci içindeki dağılması ve yok olmasına müdahale anlamını taşımaz mıydı?

Her şeyden önce Marx, Rusya'nın gericiliğin kalesi olarak görürken, onun aynı zamanda Avrupa için çok ciddi tehlike yaratabilecek gücü olduğunu düşünüyordu. Yakın zamanlarda yayılmacı siyasetleri doğrultusuna elde ettiği başarılar küçümsenecek gibi değildi; bu Büyük Petro'nun vasiyetinde yer alan en önemli hususun, yani, Karadeniz boğazının ele geçirilmesi bir gün gerçeklik olacağını gösteriyordu. Hatta, Avrupa'da kimi çevreler, kamuoyunu böyle bir olasılığa hazırlamayı düşünmekteydiler. Marx'ın bu endişeyi ciddi bir biçimde duymasına yol açan bir başka etken daha vardı. O da, Avrupa'da kapitalizmin sanayileşme sürecini tamamlamaya doğru evrilmesi, buna koşut olarak da işçi sınıfı hareketinin yükselmesiydi. Marx, içinde bulunduğu yüz yıl içinde Avrupa'da işçi sınıfı devriminin olacağına gönülden inanıyordu. Öyle ki, bu olasılığı 1857 yıllarında "artık bu sefer tamam, kapitalizmin bu bunalımını atlatması mümkün görünmüyor" diyecekti. Avrupa'nın bu zayıflığı, Rusya'nın işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramaz, kaydedilen onca gelişme, bir anda Çarlık ordularının çizmesi altında yok olabilirdi.

Kuşkusuz, tehlikenin asıl kaynağı, Rusya'nın feodal yapısı ve bunun hiç bir şekilde Avrupa kapitalizmine evirilmeyecek kadar geri düzeyde oluşu ile bağlantılıydı. Marx, hiç bir zaman Rusya'da kapitalizmin gelişmesine yol açacak bir sürecin başlayabileceğini düşünmüyordu. Rusya'da en bağnaz biçimi ile kölelik sürdürülüyordu. Üretim faaliyetlerinin belkemiğini oluşturan tarımda kölelik en akıl almaz gerici sömürü ilişkileri ile sürdürülmekteydi. Tarımda, toprağın gentilce, komünal tipte ortak mülkiyetine dayanan üretim tarzı ağırlıktaydı. Bu gerçekte, Rusya'da kapitalizmin geçiş için daha çok yol kat edilmesini gerektiriyordu.(14)

Peki, Rusya'nın yayılmasına karşın, Osmanlı desteklenmeli miydi? Hayır, Marx'ın Rus Çarlığının yayılmasına karşı durmak için getirdiği öneriler, ve bu arada Osmanlı'nın desteklenmesi anlamını taşıyan görüşler, onun böyle bir tercih yaptığını kanıtlamıyor. Tam tersine, kimi yerde Osmanlı'yı destekleyen, hatta zaman zaman Osmanlı'nın bir cennet olduğunu ileri sürenleri alaya alır. Bu ülkede, ticari hayatın geliştiğini, ilerlemenin olduğunu söylemek abestir. Osmanlı topraklarında yapılan ticaret, gerçekte transit ticaret niteliğindedir. Başlangıçta, göçebe döneminde Osmanlı'daki Türklerin ticaretten anladığı şey, kervanları talan etmekten ibaretti; daha sonra ise, keyfi ve ağır vergiler koydular. Osmanlı'da ticareti ellerinde bulunduranlar, Türkler dışında kalan uluslardır. Osmanlı'da yapılan bir çok şey, Rum ve Slav burjuvazisine aittir. Ordu ve hükümet ellerinde olmasaydı, Türkler sahneden çekileceklerdi. Gelecekte Türklerin gücü, ilerlemeye engel oldukları durumların dışında, güçsüzlüğe dönüşecektir. Türklerden kurtulmak gerektiği bellidir. Ama, bunun Türkler yerine Rusları koymaktan başka bir biçimde yapılamayacağını söylemek yersizdir.

Marx, Doğu Sorunu kapsamında, yukarıda ulusal özgürlüklerin geleceği hakkında burada verilenler dışına ayrıntılı değerlendirme yapmıyor. Onun bu konuda söylediklerini bir başka çalışmasında yer alan görüşlere dayanarak aktarmak gerek.

Proleter Devrimleri Çağı

Fransa, 18. yüzyılda olduğu gibi, 19. yüzyılda da Avrupa'da devrimci gelişmelerin merkezi olmuştu. Bu yüzyılın başından itibaren, 1830 yılında büyük toprak sahiplerinin temsilcisi legitimistler ve daha sonra da bankacıların temsilcileri orleansçıları deviren burjuvazi, bundan sonra bu hareketlerle kendisi ile işbirliği yaptığı proletaryayı saf dışı bıraktı ve iktidarını pekiştirmeye koyuldu. 1851'de ise, bu devrimin sıcaklığı henüz geçmeden yaptığı gerici darbe ile, artık kendisine ayak bağı olan proletaryadan tamamen kurtulacak ve ulusal birliğini pekiştirmeye koyulacaktı(15). Fransa'da ortaya çıkan bu hareket, 1870'li yılların sonunda, Avrupa'da büyük ulusların bağımsızlığı ve birliğinin, bir tek Polonya dışında, fiilen kurulup yerleşmesi oldu. Veya, en azından, işçi sınıfının gelişme sürecinin, ulusal kargaşalıklar yüzünden artık ciddi engellerle karşılaşmamasına yetecek güçte oldu. Bundan sonra, 1848 devriminin mezar kazıyıcıları, onun vasiyetini gerine getirecek kişiler haline geldiler. Proletaryanın gerçek devrimi işte bu noktada patladı. İktidar, tamamıyla, hiç bir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde işçi sınıfının oldu. Artık proletarya devriminden başka bir devrimin olanak dışı olduğu gerçeği kendiliğinden ortaya çıktı.(16)
Ama, Rusya sınırlarına kadar bütün Avrupa'yı harekete geçiren, sadece burjuvazi ve proletarya değil, ama bunun dışında küçük burjuvazinin da 1848 Şubat ve Mart aylarındaki devrimlerin sonucunda onları romantik hayallere sürükleyen devrimin coşkusunun tüm sınıf ve kesimleri etkisi altına alması kaçınılmazdı. Ne var ki, bütün bu sınırların katıldığı, hepsi için coşkun bir fantezinin kaynağı olan, dünya çapına kardeşlik ve barışın başlangıç noktası olarak görülen bu devrim, ne yazık ki, tümüyle bir azınlık, burjuvazinin yararına yapılıyordu ve burjuvazinin devrimi idi. Çoğunluk, ya bu azınlıktan yana bu harekete katılıyordu ya da, en azından sessiz sedasız onu kabulleniyordu. Çoğu zaman bu kabulleniş, bilinçsizce yapılıyor, kendi gelecekleri için umuda kapılmaya, hayal görmeleri için engel olamıyordu. Bir de, bu çoğunluğun coşkusunu bilinçli olarak duygusal söylemler ve devrimci lafazanlıklarla kullananlar çıkıyor, halkın çoğunluğu, bu dönemde Avrupa'da tüm halkların kurtuluşu gibi söylemlerin özlem ve coşkulu anlatımların ötesinde somut kazanımlardan geçtiğini bilmiyordu. Bu koşullar altında Engels, zaferin kağıt üzerinde değil, ama savaş meydanlarında kazanılacağından hareketle, halkların kurtuluşu, kardeşliği, barış, vs. gibi özlemlerin tümüyle boş olduğunu çok açıklıkla sergileyecektir.

Engels'e Göre Rusya Sorunu

Rusya'da Toplumsal İlişkiler Üzerine Son söz adlı uzun makalesini Engels 1894 yılı başında kaleme aldı.(17) Engels bu çalışmasında çok uzak olmayan bir zaman öncesinde Lenin'in Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde kapitalizmin Rusya'daki gelişimi hakkında yaptığı tespitleri yapıyor. Belli ki Lenin, esas olarak görüşlerini Engels'in tespitlerine temellendirmiş. Ama, bir farkla ki, Engels, Rusya'da sınıf mücadelesinin Avrupa işçi sınıfı mücadelesi ile bütünleşmesi gerektiğinden söz ederken, Lenin, Engels’ten farklı biçimde, Rusya'da her şeye karşın devrimin burjuva demokratik nitelik taşıyacağını söylüyor.

Engels, bu çalışmasında, Narodniklerin esin kaynağı olan Herzen ve Çernişevski gibi romantiklerin, Rus köy komünlerinin toprakta komünal mülkiyet sisteminin sanıldığı gibi Rusya'da geleceğin ideal toplumu için bir temel oluşturmayacağını, bunun gerekte Alman Mark sistemi, Celtic klanları ve Hint komünal toplumların bir benzeri feodal yapılar olduğunu ve yine bunlar gibi bir ileri aşamaya geçiş için çözülme ve dağılmaya, ve böylelikle bağrında kapitalist mülkiyet farklılaşması ilişkilerine kaçınılmaz olarak girmek durumunda olduğunu belirtir. Gerçekte de bunun Rusya'da, benzer diğer feodal topluluklarda olduğu gibi çok güçlü bir şekilde gözlendiğini ve kapitalizmin kaçınılmaz olarak gerek Avrupa sermayesi ve gerekse kendi içindeki çözülme sürecine koşut olarak çoktan başladığını söyler. Zaman içinde bireyler ve aileler, kendilerini kuşatan meta üretimi sürecinde her geçen gün daha fazla komünal özelliklerini yitirmektedir. Bir an için, Rus komünlerinin farklı ve Avrupa'dan daha iyi bir geleceği olasılığı akla gelse bile bu olasılık Rus komünlerinden değil, ama bu bütünüyle Avrupa'da en üst düzeye ulaşmış meta üretimi ile bizatihi kendi yarattığı üretici güçlerle olan çelişkinin üst düzeye çıkması ile ortaya çıkan belirsizlikten kaynaklanır. Tarım komünizmi, kesinlikle bir gentile toplum bünyesinden değil, ama onun çözülmesinden geçer. Bu süreç, aile tarımına yol açan 1861 reformlarına kadar eski bir tarihten itibaren başlamış, bu tarihte başlayan tarımda aile üretimi, artık tarımda ve idealleştirilen tarım komünizminden geri dönülmez çözülmeyi başlatmıştır.

Rusya'da komünal toplumda ortak mülkiyete bakarak, ütopistler gibi, kapitalizmin Avrupa'daki macerasının kaçınılır olduğunu düşünenler var. Bunlar, Avrupa'yı, kapitalizmi biliyorlar. Ama komünal toplum kapitalizmi hiç tanımıyor. Üretim araçlarının ortak mülkiyeti ve kullanımı tüm komünal toplumun ortak özelliği. Ama bu, sosyalizm için yeterli değil; çünkü sosyalizm gerçekte kapitalizmin bir ürünü.

Peki, burada bir başka yerde sözü edildiği gibi, Rusya'da sosyalizmi düşünenler var ve bunlar ne yapmalı, oturup beklemeli mi?
Engels, bu soruya bizde pek bilinmeyen bir yanıt verir. Sanıldığı gibi, bütün toplumların geleneksel gelişme tarzını izlemeleri gerekmez. Engels'e göre, Rusya'daki komünal toplumun gelişiminin hızlandırılması sadece olasılık değil, ama kesin bir durumdur; bunun ön koşulu, Batı Avrupa proletaryasının zaferi ve böylelikle üretim araçlarının ortak mülkiyetinin sağlanmasıdır. Bunun sonucunda kapitalist üretim biçiminin henüz ortaya çıktığı, gentile toplum ve onun kalıntılarının feodal bağlarını henüz kopardığı, geleneksel üretim araçları ortaklığının gözlendiği toplumlar, Batı Avrupa'nın çektiği acılarla tanışmadan sosyalist topluma geçebilir. Ancak kapitalizmin doğduğu ülkelerde tarih sayfalarına gömülmesi ve geri kalmış toplumların nasıl modern sanayi ile üretim güçlerinin geliştirilebildiğinin sergilenmesi ile bu mümkün olabilir. Bu sayede süreç hızlandırılabilir. Bu Rusya gibi bütün kapitalist öncesi toplumlar için geçerli olur. Bu özellikle kapitalist gelişmenin benimsendiği Rusya için geçerlidir.
1882'de Komünist Manifesto'nun Rusça baskısına önsözde bu süreç, çok daha önce de, bizzat Marx tarafından dile getirilir: Rusya'da hızla gelişen halindeki kapitalist vurgun ve yeni yeni gelişen burjuva toprak mülkiyeti yanı sıra, toprağın köylülerin ortak mülkiyetinde olduğu görülüyor. Şimdi soru şudur. Gerçekte şimdiden yoğun bir çözülme sürecine girmiş olan Rusya'da komün tarzı toprağın ortak mülkiyeti, bir üst komünist tarzda toprak mülkiyetine doğrudan geçebilir mi, yoksa ilk önce Batı'nın tarihsel gelişmesine özgü benzer süreçten mi geçmesi gerekiyor? Bugün buna verilebilecek olası tek yanıt şudur. Rus devrimi Batı'da bir işçi sınıfı devrimi için ışık verir ve böylece her ikisi birbirini tamamlarsa, ancak o zaman Rusya tarzı toprak mülkiyeti, komünist gelişme için bir başlangıç oluşturabilir."(18)
Engels'in tümüyle Marx'ın yukarıdaki alıntıda somutlaşan öngörüsü doğrultusunda Rusya'da devrimin geleceği için geliştirdiği formül, tümüyle Avrupa'da bir işçi sınıfı devrimi olasılığına dayanır. Engels'in bunu kapitalizmin gelinen aşamasında pek mümkün olduğunu söylüyor. Öyle anlaşılıyor ki, bunun dışında bir başka olasılık düşünülmüyor. Yada, bir başka deyişle, Rusya koşullarına özgü, özellikle Rusya'da veri koşulları, yani, ağırlıklı olarak komünal toprak mülkiyetine dayalı bir yapıya özgü bir gelişme düşünülmüyor. Rus komünündeki çözülmenin kapitalist süreci yaşamadan doğrudan sosyalist biçimi benimseyebilmesinin bir olasılık değil, kesinlik olabileceğini belirtiyor; yeter ki, Avrupa Sanayi işçisi devrimini gerçekleştirsin. Bu da artık kapitalizmin kaçınılmaz kaderidir nasıl olsa.

Ulusların Tarihi ve Pan-Slavizm

F. Engels, Demokratik Pan-Slavizm(19) adlı uzun makalesinde, doğu ve güney Avrupa içinde, ulusal hareketin demokratik içeriği hakkında ilginç yaklaşımlar getirir. Engels, 1848 Şubat ve Mart devriminin bütün Avrupa çapında coşku uyandırmasına karşın, insanların devrimin gerçek özünü ve hemen ardından yükselen karşı devrimci dalganın önüne durulması için gereken devrimci karşı duruşun ne olması gerektiğini anlamadığını, anlamak istemediğini belirtir. Bu coşku havası içinde gündeme gelen pan-slavist ulusal hareketlerin de aynı şekilde karşı devrimci içeriği düşünülmeksizin, bir zamanlar karşı devrimin destekçisi ve yardakçısı olanların bu hareketinin şimdi demokratik olarak değerlendirilmesinin kabul edilemez olduğunun altını çizer. Engels'e göre, Avrupa halklarının kardeşçi birliği, sözle veya kağıt üzerinde değil, ama devrimci güçlerinin bir araya gelerek karşı devrimcilere karşı savaş meydanlarında vereceği dişe diş mücadele ile kazanılabilir.

Engels, bu açıdan, proletaryanın 1848 devrimi sonrasında, genelde tüm Avrupa'da ve özel olarak da Slav ulusları arasında yarattığı hareketlilik ile M. Bakunin'in Demokratik pan-Slavizm doğrultusundaki çağrısını tam anlamıyla bir hayal kırıklığından öteye gidemeyeceğini söyler. Engels'e göre, pan-Slavist hareketin ortaya attığı adalet, insanlık, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve bağımsızlık... bütün bunlar, tarihsel ve siyasi açıdan hiç bir anlam ifade etmez. Bu özellikle Slav ulusu için böyledir. Engels'e göre, Slavlar için bütün bu kulağa hoş gelen sözler bir anlam ifade etmez. Buna kanıt olarak da, bu ulusların tarihini kanıt olarak ortaya koyar. Tarih boyunca bu uluslar, kendi, Avrupa'da gericiliğin kalesi olan bir tarafta Avusturya-Macaristan ve diğer tarafta Rusya'nın küçük ülkeleri olmuşlar ve tarihler boyu karşı devrimci dürtülerde güdülmüşlerdir. Bu ulusların 1848 devrimine karşı konumları, esas itibarı ile karşı devrimci safta yer almak olmuştur. O dönemde toplanmış Slav Kongresinde söylenen güzel sözler, Polonyalılar, Ruslar ve Türk Slavlar dışında kalan Slav halkının geleceği yoktur; bu halklar, bağımsızlık için temel olan temel tarihsel, coğrafi, siyasi ve endüstriyel koşullardan yoksundur.

Engels'e göre, kendi tarihi olmayan, en temel uygarlık aşamasını bir yabancı ülke egemenliği altında, bir yabancı ülkenin boyunduruğu ile zorla kabul ettirilmiş bir ulusun hiç bir şekilde bağımsızlığa ulaşması mümkün değildir.

Avusturya Slavları bu kaderi paylaşır. Alman ve Macar egemenliklerinin sınır bölgelerinde tampon uluslar olarak iğdiş edildiler, kimileri Karpatya, kimileri Karadeniz kıyısında birbirinden kilometrelerce öteye sürüldüler. Öte yandan Çekler, aralarında Moravya ve Slovaklar olmak üzere, ne kadar kendi dilleri varsa da bir tarihe sahip değillerdir. Bohemyalılar, uzunca bir dönemdir Almanya'ya bağımlıdır. Çekler, bir dönem özgür kalmışlarsa da, daha uzun yıllar sürecek şekilde Almanya, Macaristan ve Polonya arasında gidip geleceklerdir. Şimdi, Bohemya ve Moravya Almanya'nın oldu. Slovak bölgeleri ise Macarlara kaldı. Bunlar mı bağımsız ulus olacak? Güney Slav halklarına gelince, 11’inci yüzyıldan bu yana bölgelerinde kimi hakim ulusların tahakkümünü yaşayan Slovenler, Dalmaçyalılar ve Hırvatların tarihi mi var?

Tarih, bir ulusun kader birliğini simgeliyor. Parçalanmış, boyunduruk altında kalmış, kullanılmış ve sürekli hor görülmüş ulusların kaderi, yakın akrabalarına karşı nefretle dolmuş. Güney Slavlar, Sırplar, Bosnalılar, Morlaklar ve Bulgarlar arasında farklı egemen ulusların çıkarlarına uyma açısından birbirlerine kin ve nefret geliştirmiş. Bunların bir araya gelip uluslaşması düşünülemez.

Engels, bir ulus için kendi ulusal sınırları içinde yer alan azınlıkların "sözde kendi etnik değerlerine" sahip çıkmasının ne denli tehlikeli olabileceğini aktarır ve bunun için Avusturya'daki Bohemya-Moravya örneğini verir. Böylesine bir bağımsızlık, Alman ve Macar yayılmacılığı için paha biçilmez değerde olacaktır. Zira, böyle bir durumda Avusturya'nın Adriyatik ve Akdeniz erişimi kesilecek, Almanya'nın doğusundaki bölgeler, farelerin istilasına açık hale gelecektir. Bu nedenledir ki, Almanya, inatçı Çek ve Slovenleri medenileştirmek için elinden gelen çabayı göstermekte, burada ticaret endüstri ve kontrollü bir biçimde tarım ve tabii etnik kültür tohumları saçmaktadır.(20) Almanya, kendi sınırlarına yakın bölgelerdeki yayılmacılığında, uzun yıllar Slav halklarına karşı sistematik bir baskı ve zülüm uyguladı. Ama, Slav halklarının Almanlaştırılması siyaseti şimdilerde daha barışçı bir ağırlık kazanmaya başladı. Göç siyaseti, gelişmiş Alman toplumunun kültürünün azgelişmiş Slav halklarına benimsetilmesi, Almanya'nın ekonomik gücü ve ticari ilişkilerdeki üstünlüğü, bu halklar arasında Almanlaştırma siyasetinin uygulanmasında yaygın biçimde kullanılıyor. Daha önce şiddet kullanılarak, şimdi ise daha barışçı yöntemlerde, Almanlar, bu şekilde 12 milyon zayıf ve tarihi geçmişinden yoksun halkları Türkleştirmekten korunduğunu söylüyorlar.

Slavlar için dile getirilen "ulusların tarihlerinin olmayışı", etkisini en belirgin biçimde olası bağımsız devlet yapılanmada gösterir. Slav örneğine bakıldığında Engels, bunun Slavların Almanya ve Macarlara tarihi, yazınsal, siyasi, ticari ve sanayi açısından bağımlı olmakla kanıtlar. Tarihin eksikliği, bu anlamda söylenmiştir. Gerçekte Slavlar kimi yerde Almanlaştırılmış, kimi yerde Macar veya İtalyanlaşmıştır. Slavlar bir yerde devlet kurmuş olsalar, bunlar bağımsız nitelik kazanamazlar; bunları Alman ve İtalyan burjuvazileri yönetecektir. Peki, Slavların bu durumu ila nihayet devam edecek midir? Hayır, baskı altına alınmış bir ulus olarak yeni bir devrimci süreci geçebilmeleri, bunun için de, ancak ulus olarak bir çıkarlarını Almanya veya Macaristan'dan çok bir Avrupa devriminde olduğunu görmeleri ile mümkün olur. Slav ulusunun böyle bir süreci başlatma şansı var mı? Hayır, kesinlikle yoktur. Çünkü onlar, her zaman karşı devrimin maşası oldular. Kendi yurtlarında baskı altında olan bu uluslar, dışarında bütün devrimci uluslara yapılan baskıların aracı oldular. İngiltere ve Rusya'yı arkasına alan Almanlar, Fransız devrimine, İtalya'ya ve Polonya'ya karşı sürdürdüğü yüz karası savaşlarında, ordularının çoğunluğunu Slavlar, Ruslar ve Avusturya Slavları oluşturuyordu. Napolyon'u geri püskürten orduların dörtte üçü bunlardan oluşuyordu. Polonya'nın bölünmesini gerçekleştiren iki ordunun biri tümüyle, diğerinin ise yarısı Slavlardan oluşuyordu. Almanya'nın yayılmacılığında işgal ordularının ağırlığını Slavlar oluşturmaktaydı.

Bu koşullar altında, Güney Slavların 1848 devriminden esinlenmiş oldukları nasıl söylenebilir? Avrupa'da nerede Fransız, Alman, İtalyan, Polonya ve Macar devrimci bayrağı dalgalanmışsa, orada Slavlar karşı devrimci bayrağın altında toplandı.

Oysa, bir başka Slav ulusu olan Polonya, Slavlardan çok farklı davranış sergiler. Polonya, bağımsızlığı için savaşan Polonyalılar, bu uğurda, Avrupa'nın gerici Rus ve Alman yayılmacılarına karşı çıkıyor ve Slavlardan farklı olarak Avrupa'daki devrimci güçlerin safında yer alıyor. Bu uğurda mücadele ederken, bu yayılmacıların maşaları olan kendi ırkından olan gerici Slavlara karşı mücadele ediyor. Oysa, Avusturya monarşisini baş düşman ilan ederek, Macarlara yanaşarak bağımsızlık peşinde olan pan-Slavist hareket, Slav Ulusçuluğu adına, karşı devrimcilerle işbirliğinden başka bir anlam taşımayacaktır. Bakunin'in Slavlar için talep ettiği gibi, Avusturya Slavlarının bağımsızlığı, yani, Avusturya'da gerici ve Rusya yanlısı Çek veya Hırvat devletlerinin kurulması Avrupa'da devrimin düşmanlarının güçlenmesi anlamına geleceğini çok iyi bilinmesi ve pan-Slavist ulusal bağımsızlık hayallerine düşülmemesi gerek.

Polonya Üzerine

Marx ve Engels (ve özellikle Engels), ulusal sorun üzerinde yaklaşımları, bu ulusal mücadelelerin salt proletaryanın sınıfsal mücadelesine dolaylı bir "katkı" sağlaması ve bugün çok kullanılan biçimi ile "demokratik" bir aşama oluşturması açısından değil, ama bizatihi, Avrupa'da proletaryanın devrimci güçleri safında, onun içine yer alması açısından değerlendiriyor. Onların Slav halkları ile Polonya'nın ulusal kurtuluş mücadelesine birbirine tam karşıt bir tutum takınmalarındaki neden burada yatar. Yukarıda da ayrıntılı olarak açıklandığı gibi, Slav halklarının kurtuluşu, tarihsel geçmişten yoksun bu ulusların değil, ama tarih boyunca Slavları Avrupa çapında sürdürdükleri yayılmacı emellerinde baskı ve zülüm aracı olarak kullanan Alman, Macar ve Rus feodalizmi menfaatine olacaktır. Polonya ise, Fransız devrimi geleneğine bağlı kalmış, ülkesini bölen, halkına baskı ve zülüm uygulayan feodal imparatorlara karşı, enternasyonal işçiler partisi öncülüğünde ulusal bağımsızlık ve kendi kaderini tayin hakkı uğruna mücadele etmektedir. Bu mücadelesinde ne kadar başarılı olursa, Avrupa'da devrimci güçlerin toplumsal dönüşümüne (proletarya devrimine) sağlayacağı katkı o kadar güçlü olacaktır.

Pan-Slavist ulusal bağımsızlık hareketini gerici olmaktan kurtulamayacağını söyleyen Marx ve Engels, Polonya'da mücadelenin salt işçilerin partisinin öncülüğünde yürütülüyor olması nedeniyle yüceltiyor olabilir mi? Nasıl olur da, ve aynı coğrafya ve aynı tarihsel süreç içinde yapılan iki yakın akraba ulusun birbirine benzer nitelikteki ulusal mücadelesinde bu denli zıtlık; birinin karşı devrimci, diğerinin devrimci olması nasıl mümkün olabilir ?

Buna verdikleri yanıt, yine tarih ile bağlantılı. Bu, onları Polonya halkının bugün ulusal bağımsızlık proletarya açısından ne anlama gelirse gelsin, ileride aynı ruhun eninde sonunda onun yararına gelişebileceği umudunu taşıyor. Nitekim bunu, Polonya işçi sınıfının ulusal davaya kendini yakın hissetmesinin nedenini, Polonya’nın devrimci ruhuna (tarihine) bağlıyor ve, Polonyalıların uluslararası devrimci niteliğe sahip tek Slav halkı olduğunu söylüyorlar. Polonya halkı, Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na katılması ile, Fransa'da cumhuriyetçilerin yanında saf tutması ile, 1830'daki devrimci hareketi ile Fransa'nın saldırıya uğramasını engellemesi ile, 1846'da Krakow'da Avrupa'da ilk devrimci bayrağı dalgalandırması, 1848'de Macaristan, Almanya ve İtalya'daki devrimci kazanımlar ile ve son olarak, 1871 Paris Komünü'ne en iyi generalleri ve en kahraman askerleri sağlaması ile bu devrimci geleneğini tarihsel temellerinden alıyor ve sürdürüyor.

İşte bu nedenledir ki, Avrupa'da devrimci kitleler, Polonya devrimcilerine olan minnettarlıklarını her fırsatta dile getirdiler. 1848 Mart devrimi, ilk önce Polonyalı mahkumların serbest bırakılması için eyleme geçerler ve Polonya'nın yeniden kurtuluşunu talep ederler. Mayıs 1848'de Blanki, işçi sınıfının başında, Ulusal Meclis'e, Polonya lehine müdahale talebi ile harekete geçer ve son olarak 1871'de, Paris Komünü, oluşturduğu orduların başına Polonyalı liderleri getirirler. Kısaca Marx ve Engels, bir bakıma, Polonya kurtuluş mücadelesini, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi olarak görürler, çünkü Polonya köylüsü ve işçisi, çıkarlarının sadece Avrupa işçi sınıfı partisi öncülüğünde olduğu inancını taşımaktadır.


_____________

(1) K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sos. Yay. s. 30.

(2) Horace B. Davis, Lenin'in ulusal sorunların Marksist ele alınışında yaptığı sınıflamaya deyinir. Buna göre, 1789 Fransız İhtilali ile başlayan süreç, genelde burjuva demokratik hareketlerinin ve bunun özelde uygulaması niteliğindeki burjuva ulusal hareketinin başladığı ve yükseldiği dönemdir. Bu dönem, Avrupa'da, Almanya'nın birliğinin sağlandığı 1871 yılına kadar sürer. Bundan sonra burjuvazi, tam olarak hakim olduğu ve saptığı, ilerici bir sınıftan gerici bir sınıfa dönüştüğü, hatta finans kapitalin önderliğinde hızla gerici bir sınıf haline gelmiştir. Horace B. Davis, İşçi Hareketi, Marxizm ve Ulusal Sorun, Belge Yay., s. 191.

(3) Marx ve Engels hakkında, bu konuda güvenilir kaynaklardan bu doğrultuda değerlendirme ile karşılaşmak çok ilginç: Marx ve Engels, Avrupa'da kapitalizmin yükseliş içinde olduğu ve burjuva demokratik devrimlerinin süregeldiği bir dönemde yaşadılar. Burjuva demokrasileri, bir ulusal devlet temelinde ortaya çıkıyordu ve onlara göre sosyalistlerin görevi "burjuvazi ile işbirliği halinde mutlakıyete, feodal toprak sahipliği ve küçük burjuvaziye karşı" savaşmak olmalıydı.

(4) Tony Cliff, Rosa Luxembourg ve Ulusal Sorun, Marksist Internet Arşivi.

(5) Kuşkusuz, Marx ve Engels, yaşadıkları dönemle ilgili neredeyse tüm dünya çapında aralarında ulus sorunu dahil, her türlü konuyu kapsayan güncel olayları izlediler, bunlar hakkında değerlendirmeler yaptılar. Ama ulus sorununu Plehanov ile başlayan ve Lenin tarafından geliştirilen ve proletaryanın aşamalı devrim anlayışı doğrultusunda burjuvazi ile yapacağı olası bir işbirliği bağlamında ele aldıkları söylenemez. Marx ve Engels'in bu konudaki yaklaşımını "Bütün ulusal burjuva hareketleri, ilk evrede az çok radikal demokratik niteliklidir, tarihsel gelişme öğeleri taşırlar, ama bu ulusal hareketler, ikinci evrede artık demokratik değildir ve tarihsel gelişmeye karşı çıkar" (M. Karaahmetli, Lenin'in Ulusal Sorun Teorisi, Toplum Yay., Şubat 1976, s. 9) olarak değerlendirmek tümüyle yanılgıdır. Kapitalist üretim tarzı, ne kadar kaçınılmaz ve tarihsel olarak devrimci nitelik taşımış olsa bile, bu onun bir önceki ataerkil dönemde az çok gizli sömürüden çok daha zorba, utanmaz ve her türlü insani değeri metalaştıracak sömürüyü koyduğu gerçeğini değiştirmez. Tarihi olarak devrimci niteliği, onu toplumsal olarak devrimci yapmaz; tam tersine, burjuvazinin eski döneme kıyasla çok daha acımasız sömürü düzenini kurabilmesi için kapalı tip ekonomide kendi kendine yetebilen yığınları hızla yoksullaştırmak, onları proletarya haline getirmek, emeğini dilim dilim kendisine satmak zorunda bırakmalıdır. Zaten bu nedenle, adım attığı, ilerlediği her aşamada karşısına kendi mezarını kazıyanları bulmaktadır. Bu durum karşısında, burjuvazinin tarih sahnesine çıkışı ve ilerleyişi sürecinde, Marx ve Engels'in Rusya gibi ülkeler için aşamalı devrim olasılığını düşünmüş olmaları akla yakın değildir. Tam tersine, bunun tersini düşünmüş olmaları daha muhtemeldir; çünkü Marx ve Engels'e göre, proletarya devrimi, ancak endüstrileşme sürecini tamamlamış ülkelerde mümkündür; ancak bu ülkelerde proletarya burjuvaziye alternatif olarak siyasi olgunluğa erişebilir. Bu salt niceliksel açıdan değil, ama aynı zamanda tarihsel olarak da zorunlu bir durumdur. Endüstrileşme sürecinin tamamlanması, kapitalistleşme sürecinin tamamlamasını belirler. Bu, artık sanayi üretiminin muazzam boyutlara varması ve geleneksel üretim biçimlerine kıyasla ülke ekonomisi içinde ağırlıklı olarak yer alması ile işçi sınıfı sınıf gücünün farkına varabilecek ve bu gücün bilinci ile siyasi egemenliğini talep edebilir hale gelecektir.

(6) K. Marx, Fransa’da İç Savaş, İkinci Baskı, Sol Yay.

(7) Hatırlardadır, geçen yüzyıl başlarında Yahudi sorununu gündeme getiren T. Herz, bunu İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki emellerini gerçekleştirmede bir maşa olarak kullanılmasını sağlayana kadar hiç bir ilerleme kaydedememişti. Bunun en belirgin nedenlerinin başında, Yahudilerin bulundukları ülkede neredeyse tümüyle gönüllü bir asimilasyona uğramış olmalarıydı. Kapitalizm, en sonunda asırlar boyu Hıristiyanların Yahudi dinine karşı yürüttükleri kıyıma son vermiş; Yahudiler, yeni dönemde burjuvazinin sağladığı olanaklardan çok geniş biçimde yararlanmışlardı. Ne var ki, emperyalizm, bir kez daha devreye girecek, ilk önce Yahudilerle başlayarak her türlü kültürel, inanç ve bölgesel farklılıkları kendi emelleri için alet edecek, Yahudiler ve onlar gibi farklı kültürleri toplumun genelinden soyutlayacaktır.
(8) K. Marx, Yahudi Sorunu, Güz 1843, Marksist Internet Arşivi.

(9) Aynı şekilde, hakim ulusun kültürü, dili, vs. o ulusu niteleyen tüm özellikler, o ulusun egemenliğinin üstyapısını oluşturur. Hakim ulusun egemenliği ve azınlık ulusa yaptığı baskı, temelde onun ulusal egemenliğinin ile bağlantılıdır.

(10) K. Marx, Türkiye Üzerine(Şark Meselesi), 1. Baskı, Aralık 1966

(11) Marx ve Engels'in döneminde Batı Prusya ile bitiyor; Polonya ve sonrası Doğu olarak kabul ediliyordu. Marx/Engels'e göre bir "Doğu Sorunu" vardı ve bu, henüz ulusal düzeyde bir devrimine öncülük ederek feodaliteyi yıkıp yerine kapitalizmi getirecek burjuvazinin gelişmediği ülkeleri ile ilgiliydi.

(12) A.g.e., s. 44.

(13) Marx ve Engels, sadece Polonya ile ilgili olarak, bundan farklı düşünür, coşkulu bir şekilde, Polonya'nın 1720 yılındaki sınırları ile yeniden kurulmasını savunurlar. Bunun için gösterdikleri gerekçe de, daha önce de açıklandığı gibi, Avusturya Polonya’sı’nın Alman kapitalizmi etkisi altında yaygın bir burjuvazinin oluşmuş olması ve bu nedenle Rusya Polonya’sı’nı ile birlikte feodalizmden özgün bir kopuş içinde olabileceğini düşünmeleridir. Bir başka deyişle, Polonya'nın özgürlük bayrağını taşıyan bir burjuvaziye sahip olması onun bu ayrıcılığını açıklıyor. Ama, Osmanlı boyunduruğu altındaki ulusların kurtuluş mücadelesi, özünde Rus Çarlığının yayılmacı siyasetlerin ürünüdür.

(14) Daha sonra Marx ve Engels, 1861 yılında köleliğin kaldırılmasının çok önemli bir dönüşüm olduğunu, bunun Avrupa ile yakın konumu itibarı ile, Rusya'da kapitalist nüvelerin ortaya çıkışını hızlandıracağını söylerler. Ayrıca, Rusya'nın Kırım Savaşı'nda karşısında kapitalizmin nimetlerinden yararlanan Avrupa'nın modern savaş gücü karşısında yenilgiye uğramasının onun için bir dönüm noktası olduğunu belirttiler. Bu nimetlerden yararlanmak için kaçınılmaz olarak Avrupa ile ilişkiye girmek, onun sermayesi ve teknolojisinden yararlanmak zorunda kalacaklardı. Bu Rusya'da kapitalizmin itici gücü olacaktı. Ama, böyle olmasına karşın, olası kapitalist dönüşüme yine de ihtimal vermeyeceklerdi.

(15) Bu gelişme, 1848 devrimi ile olduğu gibi, toplumsal kurtuluşun bir çırpıda oluşamayacağı ortaya çıkıyordu. Belki bunun bir sebebi de henüz kapitalist ekonomik gelişmenin Kıta üzerinde henüz yeterince olgunlaşmamış olmasıdır. K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları, F. Engels'in Önsözü, Sol Yay., Temmuz 1967. s. 16.(16) A.g.e. s. 17.

(17) F. Engels, Democratic Pan-Slavism, Neue Rheinische Zeitung No. 222, Translated by the Marx-Engels Institute, Transcribed for the Internet by director@marx.org, 1994

(18) K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm yayınları, Mart 1976, s. 9

(19) F. Engels, Democratic Pan-Slavism, Neue Rheinische Zeitung No. 222, Translated by the Marx-Engels Institute, Transcribed for the Internet by director@marx.org, 1994

(20) Almanya'nın bu politikaları, günümüzde Yugoslavya'nın parçalanması örneğinde doruk noktasına çıkmıştır. Geri