BÖLÜM II

Ulus Sorunun Ortaya Çıkışı

Marksist düşüncede ulus sorununun ortaya çıkışı ve Marksistlerin bu konuda düşünce ve görüşlerinin biçimlenmesi üç dönem içinde ele alınabilir. Her üç dönem de, aralarında belirli geçişme ile 19., 20, ve 21. yüzyıllar ile anlatmak mümkün. 19 yüzyıl, Avrupa’da burjuvazinin öncülüğünde uluslaşma hareketinin büyük ölçüde tamamlandığı yüzyıldır. 20. Yüzyıl ise, bu hareketin gelişmekte olan Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde tamamlanışına tanıklık eder. 21. Yüzyıl ise, tüm dünya çapında tamamlanan bu sürecin artık yeni bir aşamasına, ulusların giderek sarsılmaya yüz tuttuğu, ulusal sınırların yerini bölgesel sınırlara bıraktığı bir döneme karşılık gelir. Bu sürece biraz daha yakından bakıldığında durum bundan biraz daha netleşir ve gerçekte birbirine zıt nitelikte farklı bir sürecin yaşandığı görülür. Uluslararası sermaye, bir taraftan Avrupa ve ABD metropol ülkelerde kendi içinde kalelerini sağlamlaştırırken, bunun dışında kalan bölgelerde etnik, dinsel, vs. kışkırtmalarla ulusal yapıları hızla aşındırma çabasındadır.

Ulusal sorun açısından bakıldığında, sayılan her bir dönem ile bağlantılı olarak karşılaşılan sorunlar birbirinden önemli farklılıklar gösterir. 19. Yüzyılda uluslaşma sürecinde artık başlatılmış bir sürecin tamamlanışına tanık olunur. Esas olarak coğrafi keşiflerin sayesinde genişleyen sömürge ticareti ile zenginleşen ticaret burjuvazisi, şimdi elde ettiği zenginlikleri değerlendirmek amacıyla, bir taraftan işgücü temini açısından toprağa körü körüne bağlılığı içeren serfliği kaldırmak, diğer taraftan da kendisine daha geniş pazar olanakları oluşturmak amacıyla gericiliğe ve feodalizme savaş açmıştı. Burjuvazinin feodalizme karış duruşu ve ulusal bütünlüğü sağlama çabaları Marksistler için üretim güçlerinde ileri doğru bir atılım sağlaması açısından olumlu karşılandı. Bir önceki üretim tarzına kıyasla üretim güçlerinde sağladığı benzersiz gelişmeye karşın Kapitalizm, aynı zamanda kendi mezar kazıcıları olan proletaryayı yaratmaktaydı. Bunan sonraki aşamada mücadele, proletarya ile burjuvazi arasında gerçekleştirilecekti.

19. yüzyılda Marksistler, burjuvazinin ulusal birliğin sağlanması çabasındaki bu ikilemi gördüler ve burjuvazinin gerçekleştirdiği bu muazzam başarıya karşın hiç bir zaman onu destekler tavır içinde olmadılar. Burjuvazinin, bir önceki dönemde hakim olan dini ve siyasi aldatmalarının maskelediği sömürü yerine zorba, utanmaz, doğrudan ve çıplak sömürüyü koyduklarını(1) biliyorlardı. Burjuvazinin ortaya çıktığı ve hakim olduğu bütün ülkelerde proletaryayı kendi devrimini örgütlendirmek için var güçleri ile çalışmalarını sürdürdüler.

Bu dönemde, ulus sorunu ile ilgili olarak karşılaşılan durum esas olarak şu şekilde özetlenebilir: Kıta Avrupa’sında Fransız burjuvazisinin öncülüğünde hemen bütün ülkelerde, burada daha sonra belirtilecek istisnalar dışında uluslaşma süreci tamamlanmıştı. Avrupa içinde yada diğer kıtalarda kapitalizmin henüz gelişmediği ve yerleşmediği, bu nedenle proletaryanın yeterince güçlü olmadığı ülkelerde, proletarya hareketi nasıl örgütlenecek ve yürütülecekti? Burjuvazinin ortaya çıktığı, ama henüz hakim olmadığı ülkelerde, proletaryanın feodalizme karşı mücadele eden burjuvaziye karşı tavrı ne olacaktı?

Marxizm, esas olarak bu soruna yanıt verecek durumda değildi. K. Marx ve F. Engels, henüz feodalizmin hakim olduğu ülkelerin durumunu çeşitli defalar ele almışlar ve değerlendirmişlerdi. Ama genel olarak bunlar sadece genel gözlemlerin ötesine geçmeyen değerlendirmeler olarak kabul edilmelidir. Böyle olduğu için de yol gösterici, ideolojik bir bütünlük içeren nitelik taşımamaktaydılar. Hatta, bu gözlemler, kimi zaman tuhaf ve kabul edilemez sonuçlara da ulaşmıyor değildi. Ama Marksist tarihi materyalizm, bu konuda temel sayılacak çerçeveyi çizmekteydi: Üretim güçlerinin gelişme süreci belirli ve evrensel nitelikte tarihsel aşamaları izler. Tüm insan toplulukları, bu aşamaları zorunlu olarak geçmek durumundadır. İlkel toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum. Bu evrelerin üretim güçlerinin gelişmesi için kaçınılmaz olarak izlenmesi gerekir. Buradan şu sonuç çıkmaktadır: Avrupa dışında, henüz feodal sınıfın hakim olduğu ülkelerde ilk önce feodalizmin yıkılması, bunun yerine burjuvazinin geçmesi söz konusudur. Bu ülkelerde tarih sahnesine çıkmış da olsa, henüz yeterince gelişip olgunlaşmamış proletarya için yapacak bir şey yoktur. Bir bakıma proletarya, burjuvazinin iktidara gelmesini, ülkenin kapitalist üretim sürecini yaşamasına sahip olması kaçınılmazdır.

K. Marx ve F. Engels, ulus sorununu bugün bilinen ve ele alınan biçimiyle proletarya hareketi ile bağlantılı olarak ele almadılar. Yaşadıkları dönemle bağlantılı olarak uluslaşma hareketi, bir burjuva projesi idi. Bir bakıma ulusal hareket, burjuvazinin ortaya çıkması ve hakim sınıf haline gelmesi ile doğrudan bağlantılıydı. Bu hareketin, üretim güçlerinin gelişmesi süreci içinde kaçınılmaz ve zorunlu, aynı zamanda da feodalitenin gücünün kırılması açısından yararlı olduğunu değerlendiriyorlardı. Gerçekte, K. Marx ve F. Engels, burjuvazinin öncülük ettiği uluslaşma hareketine onun üretim güçlerini geliştirici, eski üretim biçimini tasfiye edişi ile, tarihte bir üretim güçleri açısından ileri bir aşama oluşturması bakımından ele alıyorlardı. Denilebilir ki, bu daha sonra Plekhanov ve Lenin ve diğerleri tarafından geliştirilen ulusların ve halkların kurtuluşu bağlamında hemen hemen hiç değerlendirmedikleri söylenebilir. Daha an başından beri Yahudi Sorunu içinde K. Marx, Yahudilerin kendi ulusal niteliklerine dayanan bir arayış içinde olmalarını eleştiriyor, onları kaderlerini Alman işçi sınıfının geleceği ile birleştirmelerini salık veriyordu. Aynı şekilde, K. Marx ve F. Engels, Slav halklarının ulus çatısı altında bir araya gelerek hakim Alman, Rus ve Avusturya ve Osmanlı despotizminden kurtulmaları ve özgürleşmelerini bir hayal olarak görmekteydiler. Slavların ortak bir tarihsel geçmişe sahip olmaları onların tek bir ulus çatısı altında bir araya gelmeleri için yeterli değildi. Bunun için aralarından Slav ulusunun bütününü temsil edecek burjuvaziyi oluşturmaları gerekiyordu. Yani, Slav ulusu, ancak kapitalist üretim temeli üzerine oluşturulabilirdi. Eğer böyle bir temel oluşturulamamış ise, kendi ulus sınırları içinde oluşan bir pazara yönelik kapitalist üretim biçimini geliştirememişlerse, bu tarihsel kimlik onların uluslaşarak feodaliteye karşı gelmelerine yetmezdi. Keza, Doğu Sorunu genel başlığı altında ele alınabilecek ve Asya ve diğer bölgelerde, kapitalistleşme sürecinde geç kalmış ülke hakları ile ilgili yaptıkları değerlendirmelerde Uluslaşma hareketi, burada yaşayan ve bugün anladığımız biçimde geniş bir ulus ve halk mozaiği oluşturan toplulukların kurtuluşları ve özgürlükleri bağlamında ele alınmıyordu. Benzer şekilde Avrupa ana karasına çok yakın olması bakımından yaygın bir biçimde kapitalistleşme sürecine girmiş olmakla birlikte, feodalitenin hala daha hakim sınıf olduğu ve Rusya için bile bu feodalitenin tasfiye edilerek yerine kapitalizmin hakim olmasına kadar olan dönemde hemen hemen hiç bir umut olmadığını düşünmekteydiler. Çünkü, onlar için uluslaşma hareketi, salt burjuvaziye özgü olmakla kalmıyor, ama aynı zamanda tümüyle üretim güçlerinin gelişme seviyesi ile bağlantılı bir süreç olarak ele alınıyordu. Gerçekte de, burjuvazi, bir taraftan üretim güçlerini geliştirir ve feodalizme özgü kapalı toplum yapısını kırıp feodalitenin despotluğa son verirken, aynı zamanda feodal sömürüye kıyasla çok daha yoğun, acımasız ve rezilce bir sömürüyü getiriyordu. Bütün bu nedenlerle K Marx ve F. Engels için, feodalizmin bir an önce yıkılması ve kapitalizmin kurulması için çaba gösterilmesinin bir anlamı yoktu. Burjuvazi, tarihsel gelişim içinde kendine düşen görevi yapmaktaydı. Bu üretim güçlerinde muazzam bir ilerlemeye karşılık gelen bir gelişmeyi içermekteydi. Hiç kuşku yok ki üretim güçlerinde böylesine ilerici rol oynamış olması, proletaryanın sınıfsal konumu açısından hiç bir anlamı yoktu. Çünkü, burjuvazinin feodalitenin mutlakıyetine karşı getirdiği demokrasi, her ne kadar bir ilerleme kabul edilse ve proletarya davası açısından bunun bir anlamı yoktu. Zaten burjuva demokrasisi burjuvazinin hakimiyetini temsil ediyordu ve burjuvazinin proletaryayı sömürüsünün bir aracı niteliğindeydi.

Plekhanov ve Aşamalı Devrim

Ne var ki, Avrupa'da modern işçi sınıfının hareketinin etkisi, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru artık uluslararası düzeyde yaygınlaşmaya başlayacak, bundan da en fazla feodal Çarlık Rusyası etkilenecekti. Avrupa ana karasındaki hareketliliği yaşayan Rus Marksistleri için sorun burada başlıyordu. Ülkelerine döndüklerinde, sanayileşme sürecine girmiş, modern proletaryanın ortaya çıktığı ve komünizm kehanetini haklı çıkaracak çalkantıların yaşandığı Avrupa'dan farklı bir Rusya ile karşılaştılar. Çarlık mutlakıyeti, ülkeyi bir baştan bir başa bütün pençesini geçirmiş halde tutuyor, başını burjuvazinin çektiği modern sınıflara nefes aldırmıyordu. Marxizm’in komünizm ile ilgili kehaneti Rusya için geçerli olamazdı. Rusya'da burjuvazi emekleme dönemindeydi. Buna koşut olarak, komünizmi gerçekleştirecek proletaryanın varlığı düşünülemezdi.

Rusya’da ulus sorunu, bu koşullar altında gündeme geldi. Rus Marksistleri için burjuvazinin gelişmesini beklemek anlamsızdı. Bu koşullar altında ne yapılması gerektiği konusunda çözüm, Rus Marksistlerinin babası sayılan G.V. Plekhanov'dan geldi.

Marx ve Engels, içinde bulundukları çağda iki ayrı devrim sürecinden söz ediyorlardı; bunların ilki, burjuva devrimiydi. Burjuvazi, mutlakıyet ve feodalitenin egemenliğine son verecek şekilde üretim güçlerinde yarattığı devrimci atılım ile kapitalist üretim tarzını yaratmıştı. Ama bu süreç, kaçınılmaz olarak bağrında proletaryanın nihai devrimini, komünist topluma geçişin tohumlarını barındırıyordu.

Ama bu devrim biçimi, Avrupa'da sanayileşmenin gerçekleştiği gelişmiş ülkelerde gerçekleşmekteydi. Ama bu süreç Rusya gibi, sanayileşme sürecini tamamlamamış, kapitalist topluma geçişi sağlayacak burjuvazinin oluşumunun henüz gerçekleşmediği Rus toplumu için nasıl olacaktı? Plekhanov, her şeye karşın kahince bir öngörü ile, Marx ve Engels'in hedefledikleri komünist topluma geçişin Rusya'da da gerçekleşeceğini söylüyordu. Pleknahov'a göre, Marx ve Engels, feodal toplumdan başlayarak kapitalizmden geçen ve sosyalist devrime varan iki aşamalı(2) bir devrim öngörmekteydi: feodal ilişkileri yok ederek kapitalist toplumun olgunlaşmasını sağlayacak burjuva devrimi ve kapitalist sömürüyü ortadan kaldırarak sınıfsız topluma geçişi sağlayacak proletarya devrimi. Pleknanov, bu iki devrim arasındaki farkı çok özenli bir biçimde tanımlamaktaydı. Burada, Marx ve Engels'ten farklı bir tarihsel aşamayı öngörüyordu: Neden şehirli proletarya, Rusya'da korkak burjuvazinin demokratik devrimi gerçekleştirmesine yardımcı olmasın? Bu mümkünse, sözü edilen iki devrim arasında işçi sınıfı, burjuvazi ile işbirliği yapmalıydı. Ancak, parlâmenter cumhuriyet ile birlikte, özgürlüklerin gelişmesi ve örgütlü emek hareketinin yavaş yavaş gelişimiyle, uzun bir geçiş döneminden sonra, ikinci devrimin gerçekleştirilmesi pek ala mümkün olabilecekti.

Plekhanov, 1887 yılında kaleme aldığı Sosyal Demokrat Partisi Program Taslağı adlı çalışmasında(3) kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmanın ancak bütün üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ile sağlanabileceğini, bu şekilde sağlanacak toplumsal üretimin toplumun bütün bireylerinin yararına sunulabileceğini söyler. Bunu sağlamanın yolu da, tüm dünya çapında olmasa bile, birden çok sayıda ülkede, işçi sınıfının siyasi egemenliği eline geçirmesidir. Ancak bunu sağlamada, farklı ülkelerdeki Sosyal Demokratların pratik görevleri, dolaysı ile programları birbirinden farklı olabilecektir. Emekçi kitlelerin aynı zamanda yükselen kapitalizm ve önceki ataerkil ekonominin ikili boyunduruğu altında olduğu ülkelerde sosyal demokratlar farklı program izleyebileceklerdir.(4) Bu ülkelerde Sosyal Demokratlar gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, geçici aşama niteliğinde bir tür yapıyı hedef almalı, bu şekilde işçi sınıfı partisinin daha da gelişebilmesi sağlanmalıdır. İşte Rusya'nın tam olarak içinde bulunduğu durum budur.

Görüldüğü gibi Plekhanov, devrimin aşamalı olması gerektiğini belirtir, sözünü hiç sakınmadan bu geçiş aşamasının modern biçimi ile kapitalizm olması gerektiğini söyler. Ona göre, köleliğin kaldırılması ile kapitalizm muazzam gelişme kaydetmiştir. Ataerkil sistemin yerini iç piyasası ve büyük ölçekli endüstrisi ile meta üretimi almıştır. Tarımın hızla çözülmesi ve köylülüğün zayıflaması, geri kalmış köylülüğü esas alan mutlakıyetin tasfiye olması ile sonuçlanmaktadır. Köylülüğün tasfiyesi ve proleterleşmesi sayesinde Sosyal Demokrasi siyasi hedeflerine varacak yaygınlık kazanacaktır. Bu nedenle, Sosyal Demokratlar, kendilerine bu süreci hızlandıracak bir hedef belirlemelidir. Ama bu noktada Sosyal Demokratların önüne Rusya’daki mutlakıyet güçlü bir şekilde karşı çıkmaktadır. Bu nedenle, Sosyal Demokratlar mutlakıyete karşı cephe almalı, mutlakıyetin yıkılması, onların ilk görevi olmalıdır. Bu işçi sınıfı içinde sosyalist görüşlerin ve devrimci örgütlenmenin kaçınılmaz ön koşuludur. Bunun için her yol denenmeli, hatta mücadele için gerektiğinde terörizme baş vurulmalıdır.

Mutlakıyete karşı demokratik anayasa uğruna mücadele, seçme ve seçilme hakkı, adil yargılanma, özgür ve ücretsiz eğitim, mesken dokunulmazlığı, fikir ve düşünce hakkı, serbest dolaşma hakkı, dini inanç, ve etnik kimlik dokunulmazlığı, seferberlik yerine sürekli ordu, medeni ve ceza hukuku, vs. gibi haklar sağlamalıdır. Bu temel siyasi taleplerin yanı sıra, işçi sınıfı partisi, ekonomik yaşam ile ilgili olarak tarım reformu, toprakların ücretsiz dağıtımı, kırsal kesimde serbest dolaşım hakkı, angaryanın kaldırılması, adil vergi sistemi, çalışma ve sosyal güvenlik hakları, bütün üretim kollarındaki kurulacak şirketlere devlet desteği ve teşvik edilmesi yer almalıdır. Bütün bu talepler, sanayi işçileri kadar köylülüğün çıkarlarına olacak, köylüler kısa süre içinde Sosyal Demokratlara yakınlık duyacaktır. Tarımdaki çözülmenin hızlandırılması ile köylüler derin uykularından uyanacaklar ve işçi sınıfı ile birlikte kapitalizmin egemenliğine son vereceklerdir.

Plekhanov, bu amaçların gerçekleştirilmesinde Sosyal Demokratların (komünistlerin) aydınların işlevini üstlenmesini, bunun için en başta sanayi işçisi olmak üzere, emekçilerin en gelişmiş kesimleri içinde çalışmaları gerektiğini söyler. Bundan sonra sıra örgütlenme çalışmaları, özellikle bilinçli köylülüğü içine alacak şekilde genişletilmelidir. Bu koşullar altında köylülük içinde yapılacak çalışmalarla Rusya'da sosyalist hareketin geliştirilmesi için önemli aşamalar kaydedilebilir.

Görüldüğü gibi, Plekhanov, burada faydacı bir yaklaşım sergilemekteydi. Marx ve Engels'in proletarya devrimi ile öngördükleri, Rusya için geçerli değildi; Rus burjuvazisi, böyle bir devrimi gerçekleştirmek bir yana, Marx ve Engels'in kehanetlerini ilan etmesinden bir yarım yüz yıl geçmiş olmasına karşın, bunun Rusya için gerçeklik olması hayaldi.(5)

Plehanov'un proletarya desteğinde burjuva devriminin gerçekleştirilmesi önerisi, yani burjuva demokratik devrimi stratejisi, Rus Marksistlerinin önünü açmıştı. Bu öneri, öylesine yaygın bir taraftar buldu ki, Lenin bile, Rusya'da kapitalizmin gelişmesini kanıtlamak için gösterdiği onca çabaya karşın bu durumu değiştirememişti. Oysa, Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde bunun aksini ispat ediyor, Rusya'da kapitalizmin hakim üretim tarzı olduğunu Rusya üzerine yaptığı çok kapsamlı istatistik çalışmalarla kanıtlıyordu. Ama Lenin'in kendisi de, Plehanov'un ortaya attığı stratejiden etkisinden kurtulamayacak ve her şeye karşın, Rusya'da devrimin burjuva demokratik yollarla gerçekleşeceğini söyleyecekti. Ama, 1917 Şubat devrimi ile Çarlık rejiminin yıkılması sonrasında, burjuvazinin tüm kurumları ile ayakta olduğunu ve devrimin tüm meyvelerini, bizzat sosyal demokratların gözü önünde ve onların desteği ile (buna, istisnasız tüm Bolşevikler de dahildi) toplamakta olduğunu gördüğünde, dehşete kapılmış olmalıdır.

Lenin ve Ulusal Mücadele

Lenin, 19. Yüzyıla özgü ulusal sorunu 20. Yüzyıla taşıyan bir aracı niteliğindedir. Ama Lenin, hiç kuşku yok ki, gerçekçi bir liderdi ve dolaysı ile onun bu aracılığı hiç de edilgin nitelik taşımayacaktı. Lenin, Marxizm’in 19. Yüzyıl içinde ayrıntılı biçimde ele alınarak değerlendirilmemiş soruna bir ara çözüm bulacaktı. Bugün bile, bulduğu bu çözümün nasıl tanımlanabilir olduğu konusunda bir görüş birliği yok. Zira, Sovyetler Birliği süreci başarısızlıkla sonuçlandı ve böyle olduğu için çözümlenmesi de bir hayli zor.

Burjuvazinin ve dolaysı ile proletaryanın gelişmemiş olduğu bir ülkede, köylülüğü devrimci saflar içine katılması, gerçekçi Lenin için pratik çözüm olmuştu. Ama, çözümsüzlüğün önemli kaynaklarından birinin bu olduğu biliniyor. Yada, yine pratik amaçlarla, proletarya egemenliğinin her ne pahasına kurulması amacıyla, onun kendine özgü devleti olması gerekliliğinin ertelenmesi. Bu Lenin tarafından Devlet ve Devrim adlı eserinde açıklıkla formüle edilmişti. Belli ki işe yaramadı.

Yine de, görüldüğü gibi, Lenin, Marxizm’in ulus sorununu 20. Yüzyıla taşımakla kalmadı, ama aynı zamanda burjuvazinin uluslaşma sürecine halkın devrimci katılımını öngörerek tüm bir yüzyıla damgasını vuracak biçimde sorunun özünü de değiştirmiş oldu. Belki de, bu Lenin’in kendi inisiyatifi dışında gerçekleşmişti. Çünkü, her ne kadar tüm ulusal hareketlere esin kaynaklığı edecek formülasyonu ve hatta sloganı geliştirmiş olmasına karşın, onun amacı ulusal kurtuluş mücadeleleri önderi olmaktan çok, kurduğu proletarya devletini savunmaktı. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı stratejik değil, sadece taktik bir amacı öngörmekteydi.(6) Ne var ki, 20. Yüzyıl, emperyalizmin ortaya çıkışı, yaygınlaşması ve Asya, Afrika ülkelerini sömürgeleştirmesine sahne olacaktı. Sömürge devletler için anti-emperyalist mücadele bu sefer her şeyden daha çok önem kazanacak ve ilk proletarya devletinin kurucusu olan Lenin, üzerinde kapsamlı bir çalışma bile yapmadığı, sadece bir kaç makaleden öteye gitmeyen bir konuda, ulusal kurtuluş mücadeleleri kuramcısı olacaktı.

Her şeye karşın ulus sorunu, hemen hemen ilk kez Marksist düşünce içinde enine boyuna geliştirilmiş ve kategorik bir sorun olarak Lenin ve Bolşevikler ile birlikte girer. Ama ulus sorunu, daha önce Marxizm’in feodaliteden burjuvaziye geçişteki uluslaşma ile bağlantılı olandan epey farklı nitelik kazanmıştır. Sorunun ilk kez Plehanov’un çerçevesini çizdiği esasta resmen yeniden ele alınışı, 1913 yılında, Bolşevik parti programında yer verilmesi ile birliktedir. Bu vesile ile kaleme aldığı yazısında Lenin, Rusya'nın o günün koşullarına içinde bulunduğu tarihsel anın farklılığından söz eder. Lenin, Rusya'da sosyal demokrat hareketin, burjuva devriminden önce oluşmaya başladığını ve burjuva devrimi sırasında devam ettiğini kaydeder.(7) Sonuç olarak Lenin'e göre ulusal sorun, daha sonra öncülüğünü yapacağı kapitalist ya da emperyalist devlet tahakkümü altında olan ezilen uluslar ile bağlantılı olandan farklı nitelikte, bizatihi burjuvazinin karşısında olduğu ve onunla mücadele ettiği Çarlık mutlakıyeti altında olan ulus ile ilgili olarak ortaya çıkar. Bu durum, kuşkusuz üzerinde durulmaya değer nitelik taşır. Ama sorun, işçi sınıfının ezilen ulusların mücadelesi karşısındaki tavrı açısından ele alınınca değişen pek bir şey yoktur. Kaldı ki, Lenin'in bu söylediğinden tam olarak hangi aşamayı kastettiğinin açık olmadığına bakılarak, bu farklılığın bizi ne ölçüde ilgilendirdiğini söylemek de mümkün değil. Lenin, burada Marx ve Engels ile birlikte Avrupa kıtasında ortaya çıkan sosyal demokrat hareketten söz ediyor olabilir. Burada, Lenin, Marxizm’in varsaydığı burjuva devriminin diyalektik çözümlemesinin artık mümkün olduğundan söz ediyor olabilir. Zira Lenin, henüz gelişme aşamasında da olsa, proletaryanın Marxizm ile tanışmasından söz etmektedir. Lenin’e göre bu durumda, Avrupa'da olduğundan farklı biçimde, işçi sınıfı hareketinin, burjuva devrimi karşısındaki tavrı gündeme gelecektir. Ama, eğer Rusya'daki hareketten söz ediyorsa, bu 20. yüzyıl başları ile birlikte söz konusu olacaktır. Ama, bu durumda bile, Lenin, bir başka yerde, proletaryanın tavrında bir değişiklik olmayacağından söz eder.

Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde Lenin, Narodniklerden farklı olarak, Rusya'da kapitalizmin ve buna bağlı olarak işçi sınıfının Rusya'da hakim unsur olarak ortaya çıktığından söz eder. Buna karşın, Lenin, Rusya'da devrim hala daha bir demokratik devrim niteliğini taşımayı sürdürecektir diye bitirir sözünü. Gerçekte, böyle bir demokratik devrim çelişkilidir; çünkü proletaryanın, burjuvaziye karşı mücadele edecek ve iktidara gelecek, ama sosyalizmi kurmayı burjuva demokratik devrimlerin tamamlanmasına kadar erteleyecektir. Çünkü, işte, iki aşamalı devrim anlayışı ile demokratik devrim bunu gerektirir.

Görüldüğü gibi, tümü bir arada ele alınınca durum karmaşık bir hal almaktadır. Bu durum aşağıda daha ayrıntılı olarak ele alınacak. Ama, Lenin'in burjuvazi ile işbirliği ya da onunla iktidarı paylaşma niyetinde olmadığı Şubat 1917 devrimi ile ortaya çıkar. Onun için, Rusya'da oldukça uzun bir zamandır süren demokratik devrim, Çarlığın yıkılması ile tamamlanmıştır. Bundan şu sonuç çıkar ki, demokratik devrim sürecinin tamamlanması ile, bu bağlamda ulusların mücadelesi burjuva demokrasisinden daha ileri hedeflere yönelmelidir. Bu da tekrar başa dönüldüğünde, demokratik devrimin sorgulanmasını gerektirir. Şimdi Lenin’in bu yaklaşımını daha da açmamız gerekiyor.

Lenin'e Göre Marksist Tavır

Lenin, Marx ve Engels'in ulusal sorun üzerinde enine boyuna durmadığı konusundaki eleştirilere katılmaz. Ama, bu söylediğini ispat etmek için ileri sürdüğü kanıtlar yeterli değildir. Bir yerde, "Marx'ta 'işçi sorununa' kıyasla 'ulusal sorunu' ikinci planda gördüğüne kuşku yoktur" derken, gerçekte, bu sorunun 'ikinci planda' bile görüldüğü sonucu çıkmaz. Daha sonra, Proudhon'un 'ulusalcılık saçmalıktır' sözünü eleştirirken Marx'ın "Fransa'daki baylar, Avrupa'nın yoksulluk ve cahilliği kaldıracakları güne kadar kıçının üstünde oturup bekleyeceklerini düşünüyorlar" dediğini aktarır. Kuşkusuz, proletarya, burjuvazinin devrimini tamamlamasını beklemeyecek, ama bu böyle diye, Marx'ın hiç bir şey yapılamıyorsa, ulusçuluk yapılsın demek istediği anlamına gelmez. Bir başka yerde Lenin, Marx'ın "Lafargue, ulusları yadsımakla, önce Fransa ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir" dediğini belirtir. Lenin'e göre, bütün bunlarla Marx, işçi sınıfının ulusal sorunu boynuna muska yapmadan aşırılıklarda bulunamayacağını kasteder. Ulusal hareketleri başladıktan sonra umursamamak, bunlardaki ilerici olan şeyleri desteklememek... anlamına geldiğini söylemiş olmaktadır.(8)

Lenin'in yukarıda söylediklerinde katılmak mümkün değil. Gerçekte, 'işçi sorunu' ile 'ulus sorunu' yan yana veya birinin ardından diğerinin geleceği art arda duran değil, ama karşı karşıya duran sorunlardır. Çünkü, proletaryanın 'işçi davasındaki' düşmanı, onun 'ulus davasında' dostu olmak durumunda. Çünkü, ulus mücadelesi, gerçekte proletaryanın 'işçi davasındaki' düşmanı, burjuvazinin projesi. Böyle olunca da, işçi sınıfının hem sınıf davasını, hem de ulusal davayı bir arada sürdürmesi düşünülemez. Birinden birini tercih etmek durumunda kaldığında, o zaman diğerinden vazgeçmesi veya ertelemesi gerekir. Her iki durumda da işçi sınıfının burjuvaziye karşı tavrı ayırt edici nitelik kazanmaktadır.

Lenin'in bu yaklaşımı ile, Marxizm içinde ulusal sorun ile bağlantılı olarak çok farklı bir aşamaya gelinir. 19. yüzyıl, dünyayı anlama ve yorumlama çağı ise(9), 20. yüzyıl ise sıra bu yorumlardan kalkılarak onu değiştirmeye gelmiştir. Bunu Lenin üstlenir ve Marxizm’in dünya görüşünde bir çok alanda olduğu gibi, ulusal sorun bağlamında da Marksist anlayışla daha ayrıntılı bir yaklaşım getirilir. Ne var ki, devrimi gerçekleştirmek ve Bolşevik pratiği hayata geçirmek için yapılan her çaba, R. Luxembourg’un çok yakın ilgi ve eleştirilerine maruz kalacaktır. Bolşeviklerin proletarya devrimini gerçekleştirmede attıkları her adım, R. Luxembourg’un coşku dolu övgüleri ile karşılanır. (10) Ekim devrimini böyle övgü dolu sözlerle karşılayan R. Luxembourg, Lenin ve Bolşeviklerin yanlış gördüğü her adımı aynı coşku ile eleştirir, deyim yerindeyse, yerden yere vurur. Bunu yaparken, aklına, "devrimin zaten bir çok düşmanı var, bir de ben karşı eleştiri yapmayayım" demez. Karşı yada yanlı eleştirilerin tümünün yararlı olduğunu düşünmektedir.

Ne var ki Lenin, R. Luxembourg’un uluslararası dünya devrimini her şeyden önde tutan tavrından farklı olarak, Rus devriminin güncel sorunları ile ilgilidir ve bunun için her türlü stratejik ve taktik yöntemleri denemek ister gibidir. Lenin'e göre ulus sorunu, zaman ve mekan açısından çok belirgin bir göreceli nitelik taşımaktadır. Marksist açıdan ulus sorununun bu bakımdan kesin olarak belirli tarihsel aşamaya bağlı temelde ele alınması gerekir. Ancak bu açıdan ele alındığında, ulusların kendi kaderini tayin hakkı çelişkili bir durum olmaktan çıkar; proletaryanın 'işçi davası' ile yan yana, bu davanın kazanılması mücadelesine katkı sağlayan bir anlayış haline getir.

Bu bağlamda, ulus sorununun bu görece niteliğini Lenin, kapitalizmin iki farklı dönemdeki ulusal hareketlerin birbirinden köklü bir biçimde farklılaşmasından kaynaklandığını belirtir. Birinci dönem, feodalizm ve mutlakıyetin yıkılması ile birlikte kapitalizmin ilk kurulduğu aşama ile ilgilidir. Bu aşamada ulusal hareketler, bütün sınıfları içine alan bir halk hareketi biçiminde kapitalizmin bu oluşumuna katılır. İkinci aşama ise kapitalizmin artık iyice yerleşmiş ve burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmazlığın hakim çelişki niteliğini aldığı kapitalizmin olgunluk dönemine ile ilgilidir.(11) Bundan sonra, belki de haklı olarak Lenin, proletaryanın henüz feodalitenin ağırlıklı olduğu dönemde, burjuvazinin projesine katılması gerektiğini düşünmektedi.

Ama, Lenin'in bunu söylerken, dile getirmek istemediği taktik kaygılarının ön planda olduğunu görmemek mümkün değil. Bilindiği gibi Lenin, siyasi kariyerine, o dönemde mutlakıyete karşı mücadele eden Narodniklerin popülist görüşlerini eleştirmekle başlamıştı. Lenin, bizim izlediğimiz yol, onlarınkinden farklı olmalı, diye düşünür, bunun için Rusya'da asıl çelişkinin burjuvazi ile proletarya arasında mücadele olduğunu kanıtlamak için çalışmalara başlar. Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi(12) adlı eserinde Lenin, sanılanın aksine, Rusya'da kapitalist pazarın geliştiğini, proletaryanın devrimde öncü rolünün ortaya çıktığını, bununla da kalmayarak proletaryanın gücünün devrimci niteliği itibarı ile toplam nüfusa oranla çok daha fazla olduğunu söyler. Bununla da kalmaz, tarımda, köylünün görülmemiş biçimde yoksullaşmasının, onun karşı-devrimci burjuvazi ile proletarya arasında bocalamasına yol açtığını belirtir. Bu durum, Rusya'da devrimin izleyeceği çizginin proletarya öncülüğünde olacağı anlamına gelir. Lenin'e göre, Plehanov'un başını çektiği sağ-sosyal demokratlar, "burjuvazinin önder rolünü, yada sosyalistlerin liberalleri desteklemesi gerektiğini" düşünürler. Lenin, bu düşüncede olanlara, Marx'ın Heine'den aktardığı deyiş ile seslenir: "Canavar dişleri ektim, pireler biçtim".(13)

Denilebilir ki, Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkını Rusya dışındaki halklar için söylemiştir ve muhtemeldir ki bunu söylerken, uzun yıllar boyunca Çarlık Rusya'sının baskı ve sömürüsü altında kalan ülkelerde, burjuvazinin devrimci konumunu sürdürdüğünü düşünmektedir. Çünkü, bu dönemde Rusya, büyük Rus milliyetçiliği ile hareket etmektedir; Rusya ezen ulustur. Proletarya her türlü ayrıcalığa, her türlü istisnai uygulamaya karşıdır. Ezen ulusların ezilen uluslar aleyhine elde ettiği bütün ayrıcalıklara da karşıdır. Ama proletarya, bunu yaparken burjuvaziyi kayıtsız şartsız değil, ama burjuvaziyi daha sonra kendisinin tam demokrasi için mücadele edeceği koşulları yaratmak için destekler.(14) Ama o zaman şunu da sormak gerekiyor: Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi ne için yazıldı? Lenin'in uluslar sorununu tümüyle bu çalışmasının dışında tutması düşündürücüdür. Acaba Zemstvo istatistikleri merkez Rusya dışında verileri içermiyor muydu? Lenin, bu eserinin hazırlanmasında, o zamana kadar Rus ekonomisine ait ne kadar eser, istatistik varsa incelemişti. Yaptığı incelemeler sonucunda, Rusya'da toplumsal işbölümünün gerçekleştirildiği, sanayide nüfusun arttığını ve küçük üreticilerin yıkıma uğradığını belirlemişti. Hiç kuşku yok ki, bütün bu gelişmeler, Rusya'da feodalitenin tümüyle tasfiye edilmiş olduğunu göstermezdi. Ama, hakim olan unsur olarak kapitalizm, Rusya'da Narodniklerin aksine, hakim üretim ilişkisi idi ve bu nedenledir ki, Rusya'da proletaryanın devrimde izleyeceği yolu belirliyordu.

Rosa Luxembourg’un Enternasyonalist Tutumu

Ama, aynı dönemde, R. Luxembourg, bunun tam aksi bir yaklaşım sergiler. Ona göre, Avrupa'da burjuvazinin devrimci konumu sona ermiştir. Aynı durum, Orta Avrupa için de geçerlidir. Prusya Junkerleri, artık Çar'dan destek gerektirmeyecek ölçüde durumlarını güçlendirmişlerdir. Öte yandan, Çarlığın eski gücü tükenmiş, artık Avrupa kapitalistlerinin yardımına ihtiyaç duyar hale gelmiştir.(15) Kendi ülkesi, Polonya da bundan nasibini almış, ülkede burjuvazi, artık Çar ile işbirliği yapacak kadar alçalmıştır. Artık Polonya'da işçi sınıfının Polonya'nın kendi kaderini tayin hakkı uğruna mücadeleye katılması çağrısı artık gerici nitelik taşıyacaktır.

18. yüzyılın başlarında Çarlığın egemenliğine giren Polonya, bundan uzun yıllar sonra ulusal burjuvazisinin desteği ile Bismark ordularının egemenliği altına görecek, ülkede hızlı sanayileşme ve kentleşme gözlenecekti. Bu durum, burjuvaziyi kesinlikle Habsburg hanedanlığının peşine takacaktı. Polonya burjuvazisi için ulusal bağımsızlık, gericiliğin bir kalesinden bir başkasına geçmek demekti. Öyle ki, 1905 devrimi sırasında, kaderini Rus proletaryası ile birleştiren Polonya işçi sınıfının kitle eylemlerine bizzat R. Luxembourg’un partisi, Polonya İşçi Sınıfı içindeki şovenistleri Polonya'nın ulusal birliğine karşı bir hareket olarak yorumlayarak karşı çıkacaktı. R. Luxembourg’un ulusal sorun ile ilgili görüşü, kendi partisi içindeki şovenistlerle yaptığı mücadele içinde gelişecekti. R. Luxembourg, ulusların kaderini tayin belirleme hakkı sloganı için içi boş ve şoven bir siyaset öngörüldüğü ve bunun öne çıkartılması için eleştiriyor, öte yandan Bolşevikler, savaş döneminde Rus devriminin yaşadığı geniş bir bilinmezlik içinde bu siyaseti izleyerek bu bilinmezlik içine bir yeni boyut daha eklemiş oluyorlardı. Bu sorunu, Şubat 1917 sonrasında tekrar öne çıkaran Bolşeviklerin amacı, ilk önce Milyukov ve ondan sonra gelen Kerenski geçici hükümetlerinin emperyalist emellerine karşı her ne pahasına olursa olsun karşı çıkmaktı. Bilindiği gibi, Kerenski, Almanların saldırısına karşı Çarlığın başlattığı savaşı sürdürmeyi tasarlıyor; dahası, geçici hükümet, farklı ulustan olanlara karşı şoven bir siyaset izliyordu. Ne var ki, zaman geçecek, bu taktik anlayış, temel strateji haline dönüştürülecekti.

Gerçekten de merkezde, Rusya içinde pratik olarak proletarya diktatörlüğünü fiilen hayata geçirerek, burjuvaziyi tasfiye etme doğrultusunda, örneğin, yoğun olarak toprak ağalarını temsil eden Kurucu Meclis'i tanımayan ve her şeye rağmen halkın temsilcileri olan bu meclisi kızıl muhafızlar ile dağıtan, burjuvazinin yandaşları mülk sahiplerinin genel oy ve basın yayın dahil, sınıf olarak sahip olduğu her türlü toplumsal hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, onun tüm kurumlarını lağveden Bolşevizmin, işçi sınıfı önderliğinin yanı başında, burjuvazinin her türlüsünün bir adım ötesinde olmayacak ulusal devletlerin oluşumuna göz yumması, başka nasıl düşünülebilir? R. Luxembourg da, belki bu noktada haklıdır: Başlı başına Rusya içinde ulusların kadirini tayin edecek temel bir sorunla ilgili olarak takınılan tavır nasıl geçici nitelikte taktik olduğu ileri sürülebilir? R. Luxembourg haklıydı; proletaryanın siyasi mücadelesinin hiç de yabana atılamayacağı ülkelerde bu şekilde burjuvazinin önü açılmış oluyordu. Bolşevikler için adeta birinci planda tutulan "içi boş" ve "küçük burjuva saçmalığı" niteliğindeki ulusların geleceğini belirleme hakkı siyasetini anlamak mümkün değildir.(16) Ne var ki, Bolşevikler de haklıydı. İlk durumda, Alman Emperyalizminin proletarya devletini yutması için son bir hamle yapması yeterli olabilecekti. İkinci durumda, yani geçici hükümet döneminde de, burjuva geçici hükümeti yıkılamazsa Şubat devriminin bütün kazançları yitirilecek, yasa dışı ilan edilen Bolşeviklerin ardından sıra Sovyetlere gelecekti.

Bilindiği gibi, R. Luxembourg için genel oy hakkı, kapitalist toplumlarda olduğu gibi, sosyalist toplumlarda da demokrasinin yerleştirilmesi için kaçınılmaz bir durumdur. Böylelikle "güdümlü" olmayan ve gerçekten halkın özgür iradesi ile seçilmiş vekiller, sosyalist üst kurumlarda halkın özgürlüklerini savunabilecektir. Aksi durumda, kaçınılmaz olarak parti ve partiye yakın çevrelerin etkisinde olan vekillerin temsil edeceği bir rejim sosyalist demokrasi olmaz, bu şekilde alınacak kararlara katılan temsilciler, halkın değil, partinin iradesini yansıtırlar.

R. Luxembourg bu konuda haklıdır ve gerçekten de bütün koşullar yerine getirildiğinde, sosyalist demokrasi buna benzer bir görünüm kazanacaktır. Burada, R. Luxembourg’un bu denli farklı düşünmesi, olaylara tümüyle enternasyonal tavır doğrultusunda salt akılcı yaklaşımla bakmasıdır. Proletarya diktatörlüğüne tam olarak vakıf olarak değerlendirdiği Bolşeviklerin, kimi zaman stratejik (temel belirleyici unsur) nedenlerde, taktik (tali unsur) yöntemlere başvurduğunu gözden kaçırır. Bu açıdan bakıldığında, içte "diktatörlük", dışta "özgürlük" çelişkili gelebilir. Ama bu durum, Ekim Devrimi sonrasında, devrimin yaşatılması ve ayakta kalması stratejisi ışığında ele alındığında, çelişkili ve akıl dışı görünse bile, asıl izlenmesi gereken yol olduğu ortaya çıkar.

Tabii, R. Luxembourg için olduğu kadar, birçokları için çelişkili görünen bu duruma, biraz daha yakından bakıldığında, böylesine temel konuda bile taktik bir anlayış izlenmesinin akıl dışı olmadığı anlaşılacaktır. Lenin, ulusların geleceğini belirleme hakkı taktiğini geliştirirken, bunu kapitalizmin iki ayrı gelişme süreci içinde ele alır. Bu iki süreç, kapitalist ülkelerde feodal ve kapitalist unsurlar ağırlıklı olması ile bağlantılıdır. Ve Lenin, esas olarak kapitalizmin kuruluş aşamasında, işçi sınıfının henüz kendini siyasal platformda güçlü bir biçimde ortaya koymasının söz konusu olamayacağı koşullar altında, kaçınılmaz olarak sosyalizme geçişin de düşünülemeyeceği için; bu taktiğin izlenmesinde de bir sakınca görmez! Bir bakıma Lenin, ulusların geleceğini belirleme hakkı taktiğini tarihsel materyalist bir temele oturtur; işin içinden çıkıverir. Nasıl olsa, kapitalist oluşumun tamamlandığı ve işçi sınıfının ortaya çıktığı toplumlarda böyle bir şey söz konusu olmayacaktır.

Ne var ki, bu taktik anlayış, Lenin'in devrim sonrası ortaya attığı benzer taktik anlayış, yani işçi-köylü ittifakı taktiğinde de olduğu gibi, Bolşevik devriminin en temelli sorunları arasında yer alan ve Sovyetler tarihinde hiç bir zaman onarılamayan bir sakıncayı içinde barındırır. Kuşkusuz, her ikisinde de Lenin, işçi sınıfının çevresinde, ona yakın olan iki geniş kesimi; ilkinde Çarlık döneminden bu yana işçi sınıfı ile kader birliği yapmış değişik ulustan halkları ve ikincisinde ise köylüleri, onun bu kaderine ortak etmek, işçi sınıfının davasına kazandırmak istemişti. Her iki taktik de, yani ulusların geleceğini belirleme hakkı ve işçi-köylü ittifakı işe yaramıştı; Alman işgali altındaki Rusya bölgelerindeki halklar, Lenin'in bu içtenlikle bu tür bir tayin hakkından yana olduğunu gördüler ve harekete geçtiler. Brest-Litovsk hemen sonrasında Almanlar hızla geri ricat ettiler. Lenin’in bu tavrı, eski Çarlık Rusyası halkları için olduğu kadar, başta bölge ve sınır ülkelerinde de Sovyetlere karşı duyulan endişeyi bir nebze olsun giderir. Bu ister istemez, emperyalizme karşı belli ölçüde tarafsız politika izleyebilecek ve yeni oluşum içinde olduğu için bu olasılığın güçlü olduğu, örneğin Türkiye gibi ülkelerden gelecek tehditleri de asgariye indirecektir.Öte yandan, işçi-köylü ittifakı da, ülke içinde azınlık konumunda olan proletaryanın iktidarda kalabilmesine imkan sağlayan yegane unsurlardan biri olacaktı. Rus proletaryası, tarih sahnesine henüz yeni çıkmış, Çarlık aristokrasisine karşı tek başına durmaktan aciz; bunun için Rusya'nın demokratik devrim aşamasını tamamlaması gerektiğini söyleyen komünistlerle işbirliği yapmak zorunda kalan burjuvaziyi alt etmiş ve iktidara gelmişti; ama bu iktidarın yalnızca muarızı burjuvazi gibi, henüz ağırlığını koyamamış, varlığı bir kaç büyük kent merkezini aşmayan proletaryaya dayandırılarak sürdürülmesi mümkün değildi. Köylülük, hala daha Rusya nüfusunun beşte dördünü oluşturuyordu ve Çarlığın yıkılması ve tarımsal kesimde çarlık mülklerinin hızla paylaşılması süreci ile birlikte tarımda etkinliklerini artırmaya başlayan zengin "kulakların" proletarya devletine karşı tehdidi giderek yükseliyordu. İşçi-köylü ittifakı, yeni proleter devletin varlığına yönelmiş tehditleri önlemek amacını taşıyan taktik bir siyasetti.

Kuşkusuz, ana unsur olan proletaryanın zaferinin pekiştirilmesi uğruna da olsa, sosyalizmin ruhuna aykırı taktik anlayışların benimsenmesi söz konusu olamazdı. Lenin, işçi-köylü ittifakının temelini kuramsal olarak işçi sınıfının yoksul ve topraksız köylülerle ittifakı temelinde işliyordu. Bu, ilk bakışta anlamlı gelebilir; ama bu ittifakın somut ve Rusya'nın pratiğinde, yoksul ve topraksız köylülerin "topraklandırılması" dışında bir karşılığı olmadığı için yeni proletarya devleti için çok tehlikeli gelişmelere yol açabilirdi. Lenin'in, kentlerde yaygın bir mülksüzleştirme siyaseti taraftarlığı yaparken, kırsal kesimde bunun tersi bir yol izlemesi, kısa bir süre içinde acı meyvelerini vermeye başlayacaktı. İşçi-köylü ittifakı taktiği, kırsal kesimlerde toprak sahibi kesimin güçlenmesinden başka bir işe yaramadı. Kulaklar, giderek tarım ekonomisine hakim oldular. Çünkü kuram, her zaman zaman reel siyaseti kucaklayamazdı. O günün Rusya'sında işçi-köylü ittifakı, toprak sahiplerinin temsilcileri ile siyasi işbirliğini zorunlu kılıyordu. Onlar, Bolşeviklerin hükümeti tek başına kurmaları karşılığında, toprak dağıtımı dahil, tarımda her alanda söz sahibi olacaklardı. Zamanla merkezi hükümetin fiyatlarını kabul etmeyen kulaklar, tarım ürünlerini pazarlamaktan vazgeçtiler. 1918 yılı ortalarından itibaren de Bolşevik rejime karşı çıkacaklar ve kentlerde kıtlığa neden olacaklardı.Benzer bir şekilde, ulusların geleceğini belirleme hakkı tanınmakla, Finlandiya, Ukrayna, Polonya ve Baltık ülkelerinin Alman emperyalizmine karşı proletarya devrimini savunacakları hesaplanmıştı. Ama bunun beklendiği gibi olmadığı ortaya çıktı. Tam tersine, bu ülkeler, emperyalist Almanya'nın koruması altına girdiler ve Ekim Devrimi'nin karşısında durdular. Oysa Bu ülkelerde proletarya hareketi, Rus proletaryası ile koşut bir gelişme içinde oldukça güçlü bir konuma sahipti. Ukrayna, Rus devrim hareketinin kalesi durumundaydı. ve Aynı durum, Kafkas ülkelerinde de gözlendi. Bu bölgede bağımsızlığını ilan eden Menşevik hükümetler Alman ve İngiliz mandasını kabul ederlerken, Bolşeviklere düşmanca bir tavır takındı. Ama, Lenin'in ulusların geleceğini belirleme hakkı her şeyden önce proletarya hareketinin yönünü şaşırmasına yol açacak; proletaryanın bu hareketinin önüne bu ülkelerin burjuvazisi yararına bir engel olarak ortaya çıkacaktı.

__________________

(1) K. Marx, F. Engels, a.g.e. s. 31.

(2) Yeri gelmişken, aşamalı devrim anlayışının Marksist literatürde yeri olmadığını belirtmek gerek. Bir zamanlar üzerinde çok durulduğu gibi bu süreç, yanlış bir biçimde Marx ve Engels'in komünizme geçişte, burjuvazinin tasfiye edilmesi için proletarya diktatörlüğünü temsil eden proletarya devletinin zorunlu olduğu kısa geçiş dönemi ile ilişkilendirilmeye çalışılır. Marx ve Engels, gerçekte, proletaryanın her türlü devlet biçimine karşı olduğunu, ama komünizme geçişte, sadece ve sadece burjuvazi ve onun taraftarlarının proletarya iktidarına karşı yöneltecekleri tehdit ve saldırıyı önlemeye yönelik ve onun iktidarının güvenliği için devlete gerek duyabileceğinden söz ederler. Ama bu aşama daha ayrıntılı değerlendirme yapmaktan kaçınırlar. Sanki enternasyonal komünist hareketin sağlanması ile bu aşamanın gerekli olmayabileceği ima edilir. Daha sonra Plehanov tarafından formüle edilen devrimin demokratik ve sosyalist aşamaları, Marx ve Engels'in komünizme aşamalı geçiş formülü ile bağlantılı değerlendirilir. Aşamalı devrimin daha sonra Lenin ve Bolşevikler tarafından benimsenmiş olması, bunun Marksist literatür içinde yer aldığı anlamını taşımaz. Çünkü, bizzat Lenin, Plehanov ve onun gibi düşünenlerin savundukları aşamalı devrim anlayışına karşı çıkmış, bu anlayışın proletaryayı burjuvazinin kuyruğuna takma anlamına gelmesi bakımından sağ sapma olarak nitelemiştir. Lenin, Rusya'da üretim güçlerinde, kapitalist döneme özgü dönüşümlerin yetersiz olduğunu kabul ediyor, ama bu görevi proletaryanın üstleneceğini söylüyordu. Nitekim, bu doğrultuda devrimden sonra da proletaryaya görev düşecekti.(3) G. Plekhanov, Second Draft Program of Russian Social Democrats, Selected Phlisophical Works, Vol I, Transcribed by Sally Ryan for marksist.org in 2000.

(4) Plehanov'un yaklaşımındaki tutarsızlık bu noktadan başlıyor. Hemen yukarıda, Marksist anlayışa uygun olarak işçi sınıfı kavramını esas alırken, tek tek ülkeler, ve esas olarak Rusya için yaptığı değerlendirmede bu sefer emekçi kesimler terimini kullanır. Bu terim ile işçi sınıfı olduğu kadar, Rusya bağlamında, köylülük kastediliyor. Her iki kesim de, biri kapitalizm, diğeri feodalizmin ikili boyunduruğu altında kader birliği yapmış olurlar. Oysa emekçi kesim kavramı Marxizm’de açık bir tanımlama değildir. Marx ve Engels, parti programının bu bakımdan çok net mesaj vermesi gerektiği üzerinde dururlar ve Gotha ve Erfurt Programı'nın Eleştirisi içinde bu doğrultuda bir düzeltme yaparlar. Onlara göre, parti programı, esas olarak salt işçi sınıfını kucaklamalıdır.

(5) Burada R. Luxembourg’ın Rusya’daki proletarya hareketi için yaptığı değerlendirmeleri belirtmek gerek. R. Luxembourg, Marx ve Engels'in kehanetinin ardından uzun bir zaman geçtiğinin altını çizer. Çarlık Rusya'sı, Marx ve Engels'in belirttikleri gibi, Avrupa'da gericiliğin kalesi olmaktan çoktan çıkmış, Avrupa sermayesine muhtaç bir ülke haline dönüşmüştür. Kuşkusuz, Rusya'da bu gelişmenin Avrupa ile aynı tempo içinde olması beklenemezdi. Bu açıdan bakıldığında, R.Lüksemburg'un söyledikleri, Lenin'in Rusya'da kapitalizmin durumu ile ilgili görüşleri ile çakışıyor. Gerçekte, Marx'ın döneminde Rusya için hayal olan gerçekleşmektedir ve Lenin bunun çok isabetle belirlemiştir. İngiltere ve Prusya'da olduğu gibi, feodal unsurların burjuvazinin gelişimine yol açmış olduğu ve Rusya'da da burjuvazinin yirminci yüzyıldan itibaren hakim üretim tarzını temsil ettiği düşünülebilir. Rusya burjuvazi, Şubat 1917 sonrasında tüm proletarya ve onun bütün temsilcilerini (bir tek Lenin dışında) yanına almayı becermiş ve Fransız burjuvazisinin geleneğini sürdürmüştü. Şubat devrimi burjuvazinin Duma Meclisi'ne tam destek vermişti. Bu onun gerçekten siyasi açıdan olgunlaştığını açıkça gösterir.

(6) Siyasi mücadele taktikleri konusunda Lenin kadar duyarlı olmadığı anlaşılan R. Luxembourg, Lenin’e bu taktik yöntem konusunda şiddetle karşı çıkıyordu. Oysa Lenin’in bu taktiğini Brest-Litovsk anlaşması ile güç bela durdurduğu Alman Emperyalizminin yeni saldırılarına karşı koymak için yaptığını görmek gerek. Lenin, böylelikle Almanlara terk ettiği Baltık Ülkeleri, Ukrayna, vs. gibi ülkelerde, başlatılacak ulus hareketlerinin onu zor durumda bırakacağını ve çok güç koşullar altında olan proletarya devletine ikinci bir saldırıyı engelleyeceğini düşünmüştü. Ne var ki, zamanla Lenin’in böylesine özgün koşullarda ortaya attığı taktik yaklaşımı daha sonra her koşulda geçerli stratejik ve temel bir anlayış olarak kabul edilecekti. (7) V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yay., 4. Baskı, s. 8.

(8) V.İ. Lenin, a.g.e., s. 103.

(9) Tabii ki salt yorumlama değil, aynı zamanda 1871 Paris Komünü ile kurulan ilk proletarya devleti ile doruk noktasına olaşan, onu değiştirme çağı idi; zaten, Marksizm’in hareket noktası da budur. Ama daha sonra da görüleceği gibi, Lenin ve Bolşeviklerin o hep R. Luxembourg’ın eleştiri bombardımanına tuttuğu "taktik"'leri için getirilen açıklamalar, sanki bunu gerekçe gösterir gibidir: "Lenin, gerçekçidir; Rusya'da proletarya iktidarını hayata geçirmek bu taktik uygulamalar olmaksızın mümkün olmaz!"

(10) "Lenin, Troçki ve yoldaşlarının bu tarihi anda sergiledikleri cesaret, devrimci uzak görüşlülük ve tutarlılık bir hareketten beklenebilecek en isabetli davranıştır. Bolşeviklerde, Avrupa Sosyal Demokrasisinde eksik olan her şey var. Ekim kalkışması, yalnızca Rus Devriminin gerçek kurtuluşu değil, ama aynı zamanda uluslararası sosyalizmin de onurunun korunması anlamını taşımaktadır." R. Luxembourg, Rus Devrimi, New York, 1940, s. 16.

(11) V.İ. Lenin, a.g.e., s. 60.

(12) V.İ. Lenin, Rusya'da Kapitalizmin Gelişmesi, Sol Yay., s. 22.

(13) Ne var ki, Lenin, hala daha Rusya'da devrimin niteliği hakkında kuşkularından arınamamıştır. Anlaşılmaz biçimde bunun burjuva devrimi olacağını söylemektedir (V.İ. Lenin, a.g.e., s. 22). Lenin, henüz o dönemde Rusya'da Marxizm’in babası olarak nitelenen Plehanov'u sağ-sosyal demokrat olarak eleştiriyor, ama, tüm Rus devrimcileri arasında ortak kanı niteliğinde olan bu temel stratejiye karşı çıkamıyordu. Ama , bu eserinde Lenin, bu görüşe aykırı tezler getirir. Lenin, şöyle söyler: "Narodniklerin Rusya'da kapitalizm-öncesi ekonomik ilişkiler üzerine düşünceleri kesinlikle yanlıştır. Narodniklerin ileri sürdüğü gibi, kapitalizmin görece yavaş gelişmesi, bu gerçeği değiştirmez. Kapitalizm, emeğin çok yönlü toplumsallaşma sürecinin tamamlamıştır: Bir: meta üretimi, küçük ölçekli üretim ve onun küçük yerel pazarlarını ile yok etmiştir; iki: gerek tarım ve gerekse sanayide üretimde yoğunlaşmayı sağlanmıştır; üç:, ülke düzeyinde bir işgücü pazarı oluşturmuştur; dört: kapalı ekonomiler çözülmeye yüz tutmuştur; beş: tarımsal üretim aleyhine, sanayi üretiminde artış sağlanmıştır; altı: ortaçağ toplumundan farklı bir toplumsal oluşum yaratılmıştır ve son olarak bütün bu değişimler, yeni tip insan biçimini yaratmıştır. Lenin, bu eserinde geliştirdiği düşüncelerini, siyasi düzeyde ilk kez Nisan Tezleri ile ortaya atacak, artık burjuva demokratik devrim yerine sosyalist devrim döneminin başladığını ilan edecektir.

(14) Lenin'in ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda proletaryanın burjuvaziye karşı takınacağı tavrın özeti budur: Proletarya daha sonra kendisi ile tam demokrasi mücadelesi vereceği burjuvaziyi ilk önce, onun ulusal bağımsızlık için mücadelesinde destekleyecektir. Gerçekte bu, Lenin'in Plehanov'u sağ-sosyal demokrat olmakla eleştirdiği bakış açısının aynısıdır.

(15) Marx ve Engels, Çarlık Rusya'sını gericiliğin kalesi olarak değerlendiriyor, buna karşı her yola başvurulmasını istiyorlardı.

(16) R. Luxemburg, The Russian Revolution, Nationalities Question, Marksist Internet Archive. Geri