BÖLÜM I

Giriş


M. Dobb, Marksist düşünce biçimini 19. yüzyılda kapitalizmin üzerinde yükseldiği iki ayrı görüş ile kıyaslar. Öncülüğünü A. Smith'in yaptığı akılcı anlayışa göre, insanların bireyci davranışlarında, toplum yararına olan ortak yan vardır. Kendi adına çalışan bir girişimci (bir fırıncı yada bir kasap), aynı zamanda toplum yararına olan bir hizmet üretir. Doğallıkla, bu kişilere hiç bir kısıtlama olmaksızın en geniş özgürlük tanınmalıdır. A. Comte, S. Simon, vs. gibilerinin savunduğu ikinci görüşe göre, sosyal bilimlerin görevi, insan doğasına özgü ortak yanları bulup çıkarmaktır. Toplum bilimci, daha sonra bu temel insani değerler üzerine toplumu yeniden modellemeli, böylelikle herkes için ortak olan bir toplumsal birlik sağlanmalıdır.

İnsanın "ortak" yanlarını bulup çıkartma çabası içinde olan her iki görüşten farklı olarak Marxizm, toplumsal ilişkilerin temelinde ortaklık değil, "zıtlık" yattığını söyler. Bu nedenle, insanın doğası üzerinde yapılacak araştırmalar bir ortaklık değil, bir zıtlığı ortaya çıkarmalıdır. Kimilerin ileri sürdüğü, insan doğasına özgü (ortak) zorunlu yasalar yaklaşımı tümüyle soyuttur; ideal toplum yaratma açısından evrensel geçerlilik arayışı tarihi anlamamak demektir. Çünkü tarih, bizatihi insan doğasının sürekli dönüşümünü içerir.(1)

Ulus sorunu bağlamında ele alındığında, M. Dobb'un Marxizm ile ilgili bu vurgusu, bir kez daha önem kazanıyor. Marxizm, esas itibarı ile ulus kavramına özgü ortaklık temeline dayalı kavramlara ilgi göstermiyor. Bizatihi ulus, halk, etnisite, topluluk, kabile, vs. temelde soyut kavramlar Marxizm’in ilgi alanı dışında kalıyor. Marxizm, daha çok ulusu, halkı, topluluğu, vs. içinde yer alan belirli bir kesim ile ilgili. Daha çok işçi sınıfı kitlesi ile ilgili. Marxizm, toplumun geneline ortak olandan çok bu genel ile zıtlaşan sınıfa özgü özel yaklaşım sergiliyor.

Marxizm’in, toplum olgusuna daha yakından bir bakış getiriyor olmasıyla da çağdaşı anlayışlara göre aynı zamanda bir ileri adım anlamını taşır. Topluma daha yakından bakarak onu ayırt eden farklı sınıflardan oluştuğunu söylüyor. Farklı sınıfların aynı toplumda bir arada olmalarının, zorunlu olarak onların ortak yanları olduğu anlamına gelmeyebileceğini gösteriyor. Buna zıtların birliği adını veriyor. Yukarıda verilen örnekte, kendi hesabına çalışan bir fırıncının modern toplumları temsil etmediğini ileri sürüyor. Tek başına çalışan, yani ekmek yapıp satan fırıncı kapitalizm öncesi, merkantilist dönemi anlatıyor. Zamanla, yani kapitalist dönemde ise fırıncı patron oluyor, sermaye temin ediyor, öte yandan ekmeği yapıp satmak üzere işçi istihdam ediyor. İşçi fırıncı ve patron fırıncı ve ayrımı oluşuyor. Bu kapitalist sistemi simgeliyor. Artık ücretli emek ve patronun sermayesi, aynı toplum içinde zıtların birliğini oluşturuyor.

Aynı benzeşim ulus sorunu ile bağlantılı yapılırsa, Marxizm, örneğin ezilen bir halkı bir bütün olarak ele almıyor, bu halk içinde ne denli kültürel, etnik, tarihsel vs. ortaklıklar olsa bile, onun aynen diğer toplumlarda olduğu gibi, sınıflardan oluştuğunu görüyor. Ezilen halkın içinde, halka yapılan baskıların bu sınıflarca farklı algılandığını ileri sürüyor. Ezilen halkın, örneğin hakim ulusa karşı vereceği mücadelede de bu sınıfların birbirinden farklı ve zıt konumda olacağını söylüyor. Böyle bir durumda da, ezilen halkın içinde, ancak işçi sınıfının konumu Marxizm’i ilgilendiriyor. Bilindiği gibi, işçi sınıfı mücadelesinin de içinde esas olarak ideolojik mücadelenin yer aldığı çok yönlü bir nitelik taşıdığını ekliyor. Böyle bir ideolojik mücadelede, ezilen halkı oluşturan diğer sınıf ve katmanların, örneğin, hakim ulus ve işçi sınıfı arasında kararsız olduğunu, örneğin, ezilen halkın burjuva sınıfının hakim ulusun burjuvazisine, kendi halkından olan işçi sınıfından daha yakın olabileceğini söylüyor. Bu nedenle de, eğer, ezilen halkın hakim ulusa karşı bir mücadelesi olacaksa, bunun aynı zamanda bu ideolojik tutumu da takınması gerektiğini, bu nedenle, ezilen halkın mücadelesini ister istemez tek başına yürütmek zorunda kalacağını ileri sürüyor.

Marxizm, kendisi ile çağdaş olan yaklaşımlardan farklı olarak zıtlığı arıyor olmasına karşın, bu zıtlığı dışlamıyor. Tersine Marxizm, bu zıtlığın bir bakıma toplumların daha da gelişmesi, ilerlemesi ve kendini yenilemesine öncülük ettiğini söylüyor. Bu nedenle de, çağdaşlarının ortaklığın bulunması ve toplumun buna göre şekillendirilmesini istediği gibi, Marxizm de bu zıtlığın bulunması, işlenmesi ve sonuçta zıtların birliğinin sağlanması ile bir üst toplum modeli oluşturulması gerektiğini söylüyor. Hatta bunu daha da geliştiriyor. Kapitalist nitelik taşıyan başka toplumların da aynı ortak zıtlıklara sahip olduğunu, bu zıtlığın bir bakıma "evrensel" geçerlilik taşıdığını söylüyor. Böylece, birden fazla toplumda aynı anda ortak bir çabanın önemine deyiniyor.

Yukarıda anlatılanlar, Marxizm’in esas olarak toplumda birbirine zıtlık içinde bir arada yer alan ücretli emek ve sermaye ilişkileri ile ilgili olduğu görülüyor. Peki, toplumda ücretli emek ve sermayeyi temsil eden sınıflar dışında da sınıflar var. Ve hatta bu sınıflar, kapitalist sistemin sömürü ve baskısı altında. Peki bu sınıf ve tabakaların durumu ne olacaktır? Marxizm, buna çok net bir yanıt verir: Proletarya, kendi sınıflar hedefleri doğrultusunda ilerler ve mücadele eder. Bu mücadelesinde proletaryanın zaferi, aynı zamanda diğer sınıf ve tabakaların da kurtuluşu olacaktır. Yoksa, proletaryanın kendisi dışındaki sömürülen ve baskı göre sınıf ve tabakalara yönelik, onları içine alan ve kucaklayan bir programı olamaz.(2)

Marxizm’in, toplum ve sınıf bağlamında bu yaklaşımı, gerçekte ulusal sorun ile ilgili Marksist anlayışın çerçevesini oluşturur. Bir başka deyişle ulusal sorun, Marxizm için temel nitelikte değildir. Bir bütün olarak ulusal bir ideoloji Marxizm için proletarya devleti bağlamında olduğunda anlam taşır. Bunun dışında, esas itibarı ile ulusal ideoloji, burjuva ideolojisidir. Ulus projesi, bir burjuva projesidir.

Hiç kuşku yok ki, bir burjuva projesi olan uluslaşma hareketi, belli bir tarihi süreç içinde, feodaliteye karşı olması dolaysı ile ilerici nitelik taşır. Bu bakımdan Marksistler, uluslaşma sürecine taraftar olmuşlar, burjuvazinin feodaliteye özgü sömürünün yerine çok daha kapsamlı, acımasız ve hayasız bir sömürü düzeni yerleştirdiğini bilmelerine karşın K. Marx ve F. Engels, burjuvazinin tarihte tam anlamıyla devrimci bir rol oynamış(3) olduğunu teslim etmişlerdir. Benzer şekilde, Polonya’da Çarlık Rusya’ya karşı burjuvazisinin mücadelesini desteklemeleri, burjuvazinin ulus hareketinin devrimci niteliği ile bağlantılı olmuştur. Ama bu destek, proletaryanın burjuvazinin bu hareketini destekleme çağrısı anlamını taşımaz. Ama bu noktada R. Luxemburg, biraz daha hassas davranır; burjuvazinin feodaliteye karşı hareketinin her zaman için devrimci nitelik taşımayabileceğini söyleyerek ve Polonya’da artık burjuvazinin gerici nitelik kazandığını ileri sürecektir.

Burjuvazinin esas olarak üretim güçlerinde sağladığı muazzam ilerleme sayesinde kendinden önceki feodaliteye karşı devrimci konumunda olması, toplumu ileriye götüren öncü niteliğini taşıdığı tarihsel dönem üzerinden çok zaman geçti. Bunun en belirgin kanıtı, artık varlığını sürdürebilmek için insanlığın mahvına yol açabilecek önlemlere fütursuzca başvurması, insanlık için artık her gün binlerce masum insanların ölümüne neden olacak yetersiz beslenme yüz milyonlarca insanın işsiz, aşsız ve evsiz kalmaya mahkum edilmesi, zengin ve yoksul arasındaki uçurumun katlanarak büyümesi, ve kendine yeni egemenlik alanları yaratmak için on binlerce masum insanı gözünü kırpmadan katletmesidir.

Bütün bu gözü dönmüş saldırganlığına kılıf olarak insan hakları ve demokrasi göstermesi tam olarak bir ironidir.

Burjuvazi, bir taraftan hem kendi yurdunda, hem de azgelişmiş ülkelere insanlara açlık, yoksulluk ve ölüm vaat ederken, aynı zamanda da demokrasi ve insanlık adına en hayasızca yalanları söyleyebilmekte, bunu yeni egemenlik alanları oluşturmada propaganda aracı yapmaktadır.

Burjuvazi, kendi ülkesinde içi boş ve sahte demokrasi adına her türlü sınıf hareketine karşı acımasızca tavır alırken, sömürge ülkelerde demokrasi, insan hakları, azınlık halkları, kadın hakları, vs. görüntüsü altında her türlü provokasyon, ayrımcılık, bölücülük ve işçi sınıfı düşmanlığını körükleyerek böl ve yönet politikalarını yürürlüğe sokuyor.

Günümüzde, özellikle sermayenin kaçınılmaz olarak uluslararasılaşması, kapitalizmin uluslararası işbölümü sürecine girmesi ve kapitalizmin artık ulus ölçeğini aşarak dünya pazarlarına dayanması sonucunda, burjuvazi, şimdi kendisine tek engel olarak gördüğü ulus devletlerini hedef almış bulunuyor. Bunun için de kendine temel politik araç olarak azınlık hakları, etnik ayrımcılık ve sonuç olarak etnik kışkırtıcılığı almış durumda. Burada amaç, ulusu oluşturan farklı etnik gruplar arasında, hakim ulus-ezilen ulus ayrımcılığını körüklemek, bu ayrımcılığı din, mezhep, gelir düzeyi farklılığı, vs. gibi olgularla beslemek, daha sonra ulusun bütünlüğünü bozacak düzeyde azınlık niteliğindeki grupları fiili eylem doğrultusunda kışkırtmaktır.

Burjuvazi, Irak’ta kuruluşundan itibaren burjuvazi Kürtleri ülkede istikrarsızlık unsuru olarak değerlendirdi ve kullandı. Gerek Kürt, gerekse Arap halk arasında yaratılan ikilik, ülkede hiç bir zaman sivil bir idare oluşumuna olanak vermedi. Uzun süren dış müdahale ve askeri yönetim ile sürdürülen kapalı toplum, bu sefer burjuvazinin has adamı Saddam ile koyu bir baskı rejimine dönüştü. Bundan sonra Irak’a nihai müdahale öncesinde ilk önce ülkenin Kürtlerin yaşadığı Kuzey bölgesinde fiili durum oluşturuldu.

Burjuvazinin bölgemizdeki vurucu gücü İsrail, artık Filistin’de dünyanın gözü önünde katliam yapıyor. İsrail ordusu, Ramallah’ta Gazze’de, Beytüllahimde, Filistinlere her türlü işkenceyi uyguluyor. Çocuk, genç ve yaşlı ayrımı yapmaksızın insanları hedef alıyor, başlarından tek kurşunla vurarak öldürüyor. İsrail hükümeti, artık açıkça Filistinlilere karşı etnik temizlik uyguluyor.

Tito’nun ardından Yugoslav devleti, etnik kışkırtmalar sonucu de yavaş yavaş çözülmeye başladı. İlk önce Slovenya ayrıldı. Etnik kışkırtma doğrultusunda bunu diğerleri izledi. Ama, sıra Bosna-Hersek ve Kosova’nın bağımsızlık taleplerine geldiğinde, bu sefer burjuvazinin haçlı zihniyeti devreye girdi ve yıllarca süren cinayet, işkence ve yıldırma sonucunda Müslümanlara karşı etnik temizlik başlatıldı.

Etnik kışkırtma kimi zaman etnik temizlik, kimi zaman da etnik asimilasyon biçiminde yürütülür. Kıbrıs bunun en yakın örneğidir. Adanın Ortadoğu’ya hakim konumu yayılmacı politikalar açısından önem kazanınca, EOKA’cılar aracılığı ile etnik temizlik başlatıldı. Bunu başaramadılar. Şimdi, “asimilasyon” politikası yürürlükte. Asimilasyonu dışlayan tek formül olan iki kesimlilik ve siyasi eşitlik içermeyen bu oyunu şimdilik Rum komünistleri bozdu.

Etnik kışkırtma politikası şimdi en yoğun biçimde Türkiye üzerinde uygulanıyor. Bu oyun belki de, Kıbrıs örneğinde olduğu gibi, en beklenmeyen yerden, bizzat Kürtlerden gelecek. Çünkü gerçekte Kürtler Türklerden bir kötülük görmemiş. Kürtler, Türkiye’de kötülüğün kaynağının ne olduğunu çok iyi biliyor. Hiç kuşku yok ki Kürt halkının sağduyusu bu oyunu bozacak.

Kuşkusuz, bugün Batıya kıyasla Türkiye’nin doğusunda bulunan insanların yaşam koşulları olağanüstü düzeyde geride. Ama bunun hakim ulus-ezilen halklar ilişkisinden çok, kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ile ilişkili.

Kuşkusuz burada yaşayan insanların sorunu yaşamsal nitelikte. Bugün halklar düzeyinde, yada doğu halkının yoksulluğu ile bağlantılı dile getirilen sorun, elbette ki proletarya hareketinin gündeminde olacaktır. Ama bu ulusal sorun, hakim ulus-ezilen ulus ilişkisinden yada belli bir etnik azınlığa yöneltilmiş bir sömürüden çok, Türkiye’deki kapitalist sistemin yetersizliğinden, burjuvazinin kendisi dışında halkın sorunlarına çözüm getirememesi ile bağlantılı ele alınacaktır. Türk ve Kült halkları ayrımını dayalı politikaların, Türk ve Kürt proletaryası arasına husumet sokma, bu iki hareketi bölme amacını taşıdığı vurgulanacaktır. Halklar sorunu öne çıkartılarak Kürt proletaryasının Türk yada Kürt burjuvazisi ile çelişkisinin göz ardı edilmeye çalışıldığı anlatılacaktır.

Marxizm, işçi sınıfı hareketinin toplumu ileriye götürecek tek güç olduğunu söyler. Marxizm, bunu söylerken, insan topluluklarının içinde bulunduğu maddi hayatın üretiminde temel olan unsurun emek olduğu görüşünden hareket eder. Kapitalizm, önceki toplumlara kıyasla, kitlelerin üretim araçları sahipliğinden yoksunlaştırılması, bu üretim araçlarına bir avuç kapitalist tarafından el konmasıdır. Bir taraftan üretim araçlarının çok az sayıda kapitalistin elinde toplanması, diğer tarafta da varlığını sürdürmek için elinde satabileceği emek yaratan işgücünden başka bir şey olmayan proletaryanın arasındaki çelişki. Marxizm, bu çelişkiyi esas alır. Marxizm, bunun dışında bir başka sınıflar arasındaki çelişkiyi veya bu sınıflarla burjuvazi arasındaki çelişkiyi esas alan bu bunu amaçlayan hareketi genel olarak temelsiz ve küçük-burjuva özentisi olarak değerlendirir ve bunların esas olarak işçi sınıfı hareketini saptırmaya yönelik zararlı unsurlar olarak değerlendirir ve reddeder. Zira, emek-sermaye çelişkisinin çözümlenmesi ve sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması ile, eski topluma özgü her türlü toplumsal ve siyasal eşitsizlik de ortadan kalkacaktır.

Bunun için bir başka mücadele biçimi yöntemi geliştirmek, emek sermaye çelişkisinin bu özelliğini yadsımak demektir. Marxizm, esas olarak işçi sınıfının burjuvazinin iktidarına son vermesi ve sınıfsız bir toplum yaratılması hedefini koymuştur. Bu hedefte yaratılacak sınıfsız toplumda tüm çelişkiler ortadan kalmış ise, o zaman bir başka mücadele biçimi aramak beyhudedir.

Ama hiç kuşku yok ki, kimi milliyetçi (şoven) yönelimleri ağır basan insanlar, bunu bir şekilde özerk, federatif yada bağımsız bir devlet yapılaşması içinde olmasını isteyebilirler. Buna kimse bir şey diyemez. Yada, yukarıda belirtildiği gibi, kimi sınıflara ait insanlar, bugün bulunduğu sınıfsal konumundan hoşnut olabilirler ve ücret düzeyi, sosyal haklar gibi, esas olarak ekonomik koşulların iyileştirilmesi gerekliliği dışında, hallerinden memnun olabilirler veya sınıfsız toplum istemeyebilirler. Buna da bir şey denemez.

Günümüzde, bütün ülkelerde olduğu gibi, toplumda yer alan sınıfların çıkarlarını dile getiren ideolojik ayrımlar, bu ayrımları savunan çeşitli siyasi hareketler ve bu hareketlerin temsilcisi çeşitli kuruluşlar var. Ama bunlardan sadece işçi sınıfının ideolojisi Marxizm, sınıfsız bir toplum öngörür. Marxizm, ayrıca, işçi sınıfı dışında hiç bir başka sınıf çıkarlarını temsil etmeyen bir ideolojidir. Zira günümüz dünyasında kapitalizmin ne denli canavarlaşmış olduğuna bakarak da anlaşılacağı gibi, işçi sınıfın kapitalizmin egemenliğine son vererek sınıfsız toplum yaratması çok zorlu bir mücadele olacaktır; bu mücadeleyi, zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyi olmayan işçi sınıfı dışında, hiç bir başka sınıf yerine getiremez. İşçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı andan itibaren bunun aksine bir gelişmeye şahit olmamıştır.



____________
(1) M.Dobb’un 10. Doğum Yılı Üzerine, Monthly Review, Cilt 53, Sayı 4.
(2) Bilindiği gibi, Gotha ve Erfurt parti programlarını eleştirilerinde K. Marx ve F. Engels’in sınıf partisinin işçi sınıfı ve diğer sınıflara bakış açısını bu şekilde yorumlar. İşçi sınıfı partisinin ezilenler veya sömürülen kesimleri değil, salt işçi sınıfını ideolojisini esas alması biraz garip görünür, ama gerçekte bunun dışındaki anlayışın popülizm olduğunu görmek gerekir.(3) K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, Bilim ve Sosyalizm Yay. Mart 1976, s. 30.